Kayan Bir Yıldızın Ardından

Ahmet Ekmekçi - Kardeşi (Ziraat Mühendisi)

Evet bir yıldız kaydı. 21 Mayıs 1997 Çarşamba günü saatler 7.30'u gösterirken canımız, ciğerimiz, her şeyimiz gazeteci yazar ağabeyimiz, Mustafa Ekmekçi'yi Ankara İbni Sina Hastanesi'nde kaybettik.

Çocukluğum ile ortaokul öğrenciliğimin 2. yılı, fakülte ve memuriyet hayatımın büyük bir kısmı hep O'nunla geçti.

O'nunla ilgili çok, pek çok anılarımız vardır. O hayatı boyunca hep, iyilik ve yardım etmeyi kendisine şiar edinmiş bir insandı. Kimseleri incitmez, incitse bile, akabinde incittiği kimsenin gönlünü alır, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranırdı. İnsanlığın, yardımseverliğin, dürüstlüğün, tevazuun ve bonkörlüğün adeta bir simgesi idi. Onun şimdiye kadar bir tek defa bile yalan söylediğini hatırlamam. Kimse hakkında dedikodu yapmaz, yapanları uyarır, "kendisi burada olmayan kimse hakkında laf söylemeyin"  der ve söyletmezdi de.

O bizleri hiç üzmedi. Fakat bizler onu ne kadar çok üzdüğümüzü biliyoruz. Eşine ve kızlarına son derece bağlı, okumayı ve okutmayı seven, eşsiz bir insandı.

Onun en büyük özelliklerinden birisi ve belki de en başta geleni insancıl yanı idi. Onun kalbi, bitmeyen bir insan sevgisi ile doluydu.

Ailesi çok iyi, çok sıcak ve müşfik, kalbi iyiliklerle dolu bir baba ve kardeş kaybetti. Dünya ise, dürüst, çizgilerinden asla taviz vermeyen, mütevazı, eşine ender rastlanır güzel bir insanı yitirdi.

Ekmekçi, 1934 yılında ilkokula Hadim'de başladı. Okula başlaması ile birlikte, babasının işlettiği fırın ve lokantada da iş hayatına başlamış oldu. Çünkü babası "ölüyü dahi hizmetlendirirdi."  Hadim'de fırına ve lokantaya gelipte çalışmayan adam azdır. Okul çıkışı fırına gelinir, çanta bir köşeye bırakılır, çöpler, bulaşık suları dökülür, memurlardan ekmek alamayanların ekmekleri evlerine gönderilir, akşamları da lokantada yemek servisi yapılır; ondan sonra gece saat 24.00'e kadar bulaşıklar yıkanır, yemek yenir ve ertesi günün işleri planlanır, gece geç vakitte eve gidilir ve yatılır.

Sabahleyin erkenden en geç saat 6.00'da tekrar işbaşı; okul vakti gelene kadar fırının, lokantanın gerekli temizlik işleri yapılır. Çünkü, ilçede "bir tek fırın, bir tek lokanta ve bir tek berber dükkanı" vardır. İlçeye her gelen ve ilçede oturan herkes bu fırından ve lokantadan ihtiyacını gidermeye mecburdur.

Mustafa Ekmekçi'nin ilkokul 5. sınıfındaki halini hatırlıyor, ondan önceki yıllarını hayal meyal de olsa anımsıyamıyorum. Çünkü ondan önce yaşım çok küçük olduğu için hatırlamam imkansızdır.

İlçede, medreselerin kaybolduğu bölgenin önünde, üstü dam (toprak), taştan yapılmış 4 cepheli, hatılları  (toprak damın kenarları-ağaçtan), tokurcunu ve çelenleri ile tipik bir Hadim evini andıran şirin bir ilkokulda ilköğrenimini tamamlayan Mustafa Ekmekçi 1939 yılında Haziran döneminde mezun oldu.

Mustafa Ekmekçi'nin ilkokul hayatının pek parlak geçmediğini anlatırlar. Bir taraftan fırın, lokanta, arkasından okul, 250 metre uzakta bulunan Hamza çeşmesinden sırtta tenekelerle su çekmek, inekleri, koyunları otlatmak vardır. Bu durumda, Mustafa Ekmekçi'den aşırı bir başarı beklemek haksızlık olur kanaatindeyim.

Ve ağabeyimin çileli yılları da sonra başlıyordu. Lise 1. sınıfta kalmasına rağmen babam yine okula gönderdi.

Ağabeyim çok üzülmüştü. O yıl birinci sömestrden sonra ağır bir tifo teşhisiyle Konya'da hastaneye kaldırmışlardı. Hastaneden taburcu olduktan sonra Hadim'e geldi. Artık babam onu fırın ve lokantada çalıştırmıyor, eski sağlığına kavuşması için ne lazımsa yapıyordu. Babam artık ağabeyimin sınıfta kalmasını falan unutmuş, yemiyor yediriyor, giymiyor giydiriyordu. O yıllar harp yılları olup, ekmek, gaz, şeker, çay, Sümerbank mamülleri karne ile ihtiyaç sahiplerine ve memurlara veriliyordu. Buğdayı belediye veriyor, her gün zabıtanın eşliğinde ekmek çıkarılıyor ve çıkarılan ekmek sayılıyor, akşam üzeri karne ile karşılaştırılarak, eksik-fazla olup olmadığı devamlı kontrol ediliyordu. Ağabeyim artık fırın ve lokantaya gelmiyor evde istirahat ediyordu.

Yıl 1941 - 1942... Harp yılları çoğunu zengin ettiği halde bizleri fakirleştirmişti. Artık eskisi gibi işler iyi gitmiyordu. Bir hayli de borçlanmıştık. Fırın ve lokantada 5 kalfa çalışıyordu. İkisinin işine son verdik. Çünkü kalanların bile aylıklarını zor ödüyorduk. Fırın ve lokantada; Meryem Ablam, Nazmiye Ablam ve ben çalışıyorduk. Fırın odunla çalışır, odun ise dağdan gelir, su çeşmeden sırtta tenekelerle taşınır, hamur ise elle yoğrulur ve en önemlisi belediye kısıtlı buğday verdiğinden, ayrıca köylere gidilip, köylülerden buğday alınarak su kanallarında ve derelerde yıkanır, 4-5 kilometre uzaklıktaki Aşağıhadim mahallesinin su değirmenlerinde öğütülüp, un haline getirilerek, fırına nakledilir. Ve bu getirip götürme işini devamlı ben yapıyordum. O yıl öylece geçti. Mustafa Ağabeyim iyileşti ve eski sağlığına kavuştu. Okul zamanı geldi çattı; lisede 2 yıl kaybedilmişti. Bu sırada askerdeki Halit Ağabeyim tüberküloz geçirerek ordudan ayrılmak zorunda kalmıştı.  Ve Hadim'e bakım için gelmişti. Çok iyi bakmak ve ihtimam göstermek gerekli idi. Bu durumda babam, Mustafa Ağabeyimi maddi gücünün yetersizliği nedeniyle okula göndermek istemedi.

Bu arada Maliye'de bir memur açığı olduğu için memur aranıyordu. Ağabeyimde ortaokul mezunu olduğu için hemen imtihan falan etmeden aldılar. O devirde ilçede ortaokul mezunu bir elin parmakları kadardı. Ağabeyim, Maliye'de 15 lira asli maaşla memur olarak 1 yıl çalıştı. Memuriyet hayatında çok başarılı idi. Bu arada ağabeyim okulu bırakalı 3 yıl olmuştu. 1. yıl sınıfta kalmış, 2. yıl hastalık, 3. yıl ise babam tarafından maddi imkansızlıklar nedeniyle okula gönderilmemişti. Konya'daki liseye dilekçe ile müracaat edildi. Bir hafta sonra okuldan "1 yıl daha okuyabilir"  diye cevap geldi.

Lise 2. sınıfta yine ikmale kaldı. Tabii Hadim'de tekrar fırın ve  lokantada çalışmaya devam etti. Bu arada dersine de çalışıyordu. Ve ağabeyim lise son sınıfa geçerek, edebiyat koluna ayrıldı.

Mustafa Ağabeyim sömestre tatilinde Hadim'e geldi. Kaldığı 15 günlük sömestre tatilinde; Hadim Halkevi'nde İstiklal  piyesi ile Şair Evlenmesi piyesini oynadılar. İstiklal piyesinde Adalı Halil, Şair Evlenmesi' nde ise, imam rolüne çıkmıştı. Davetliler oynayanları dakikalarca alkışladılar. 1948 yılı ortalarında Konya'ya Osman Yüksel Serdengeçti, Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan gibi o devrin milliyetçi kalemleri gelmişti. Ağabeyim de o sıralarda milliyetçilik akımlarının etkisinde kalanlardandı.  Bilhassa Osman Yüksel Serdengeçti ile yakın ilişkileri vardı. Konya'da Atatürk heykelinin olduğu alanda bir miting düzenlemişlerdi. Ağabeyim de o mitingte yer almış ve bir de konuşma yapmıştı. Konuşma çok coşkulu geçmiş ve ağabeyim omuzlara alınmıştı; omuzlarda iken resmi bile çekilmişti. Okul idaresi bir ara ağabeyimin o mitingteki konuşmasından dolayı soruşturma açmıştı. Ağabeyim, lise yıllarında Türkiye'de o dönemlerde esen milliyetçi ve muhafazakar görüşlerin etkisindeydi.  Yaz tatillerinde Hadim'e geldiği zaman, muntazaman camiye gider, bilhassa cumaları hiç kaçırmazdı. Eğer Ramazan ayı girmişse orucunu tutar, teravih namazına giderdi. Bir teravih namazı sırasında camide uyuyakalmış ve ilçede köşe bucak onu aramadığımız yer kalmamıştı.

Bizlere namaz surelerinin çoğunu ağabeyim öğretmiştir. Yıllar sonra milliyetçilerle araları açılmış, yolları ayrılmış, isimlerini bile telaffuz etmez olmuştur. Aralarının neden açıldığına dair herhangi bir bilgimiz yoktur.

1948 öğretim yılı sonunda ağabeyim lise bitirme imtihanlarını vererek, liseden mezun olur; 1949 yılı haziran döneminde de olgunluk sınavını vererek lise hayatını noktalar. Boş kaldığı 1948-1949 arasında Halit Ağabeysinin savcılık yaptığı Cihanbeyli'de, Toprak Mahsulleri Ofisi'nde bir yıla yakın süreyle memurluk yapmıştır. Eylül ayında İstanbul Hukuk Fakültesi'ne kaydolur. Biz kendisine her ay 85 lira; Halit Ağabeyim de 50 lira gönderiyordu. Devamlı mektup yazıyor, okuldan çok memnun kaldığını belirtiyor, okul ve ev yaşantısına ait fotoğraflar postalıyordu. 1950 yılı Nisan ayında Mareşal Fevzi Çakmak'ın ölümü nedeni ile öğrenci olaylarına karıştığını ve bir müddet gözaltına alındığını duymuş ve üzülmüştük.

1950 Mayıs ayı içerisinde babam menenjit-tüberküloz teşhisi ile Konya Devlet Hastanesi'ne yatırılmıştı.

Babam 21 Aralık 1950'de vefat etti. Mustafa Ağabeyime durumu bildirmedik. Halit Ağabeyim sınıfta kaldığını öğrendiği Mustafa Ağabeyime mektup yazarak, askere gidene kadar Hadim'de fırın ve lokantayı çalıştırmasını istemişti. Babamın vefatından 2 hafta sonra Mustafa Ağabeyim yatağı, yorganı ve diğer eşyalarını toplayarak Hadim'e geldi. Fırını o sıralarda kalfalar ve ben idare ediyordum. Bu arada Ortaokul'da boş derslere girmeye başladı ve öğretmenliğe de ilk adımı atmış oldu. Bu arada unuttuğum bir şeyi de yazmadan geçemeyeceğim. Ağabeyim lise son sınıfta okurken, Hamlet' te kral; Akıl Taciri  oyununda hamal; Müfettiş' te ise, müfettiş rolünde oynamış ve Konyalılar'ın beğenisini kazanmıştır. Ortaokuldaki öğretmenliği sırasında bizlere edebiyat zevkini o aşılamıştır.

Bu arada Konya'da yayınlanan haftalık Öğüt  gazetesine  Hasırşapkalı müstear ismi ile fıkralar yazıp gönderiyordu.

Yayınladığı yazılar üzerine, o devirde Konya milletvekilleri olan Himmet Ölçmen, Remzi Birant, Cihanbeyli'de savcı olan Halit Ağabeyimi arayarak, "kardeşine sahip ol, partimize ve bizlere sataşıp durmasın, sonra dostluğumuz bozulur" demişlerdir. Bunun üzerine Halit Ağabeyim, Mustafa Ağabeyimi arayarak, partililer ve politikacılar hakkında hicvedici yazılar yazmaması konusunda kendisini uyarır. Fakat dinleyen kim, Ağabeyim yazmaya devam eder... Ta ki, askere gidene kadar.

Yıl 1951 Mayıs ayının sonu. Okul tatil olmuş, ağabeyimin öğretmenliği de sona ermiştir. 1951 Aralık ayında Ankara Yedek Subay Okulu'na sevkini yaptırır. Okulda Levazım sınıfına ayrılmıştır. 1952 yılının 20 Mayıs'ında yedek subaylık okul devresi sona ermiş, kıt'a kur'asını da İzmir Uzunada'yı çekerek Hadim'e 10 günlük tatilini geçirmek üzere gelmişti. Bu sırada Halit Ağabeyim, O'na "askerde tezkere bırak, yarım bıraktığın hukuk fakültesini de tamamlar askeri hakim olarak hayatını devam ettirirsin; bu arada iş arama durumu da ortadan kalkar" diyerek nabzını yokluyordu. Fakat Mustafa Ağabeyim bu tezkere işine pek sıcak bakmıyordu. Bana, "okuldan mezun olur olmaz İzmir'e yanıma gel, hem sana İzmir'i gezdirir ve bir müddet beraber oluruz" dedi.

Ağabeyim birkaç hemşerimizle birlikte beni 27 Ağustos 1952'de Basmane tren istasyonunda karşıladı.

İlk defa vapura İzmir'de bindim. Ve denizi de İzmir'de gördüm. Akşam İzmir Fuarı'na gittik, beni döner salıncaklara bindirdi. Ertesi günü pavyonları gezdik, akşamları da İtalya'dan gelmiş olan Medrano sirkini seyrettik. Daha ertesi günü, Müzeyyen Senar'ı, Celal İnce'yi, Lütfi Güneri'yi dinleyip hoşça vakitler geçirdik. Bu arada Adnan Menderes'i gördüm. Ağabeyimle İzmir'de kaldığım zaman rüya gibi geldi geçti. Artık dönüş zamanı gelmişti.

Ağabeyimden, 1953 Aralık ayına kadar hiç haber alamadık. Nerede olduğunu ve ne yaptığını hiçbirimiz bilmiyorduk. Annem ise, üzüntüden kahroluyor, Halit Ağabeyimden hıncını alıyordu. Nihayet bir arkadaşından ağabeyimin terhisten sonra İstanbul'a döndüğünü, köy öğretmeni olarak çalıştığını öğrendik. Okul tatil olunca da Ankara'ya geldiğini duyduk. Ben de o sırada Antalya'da lise ikinci sınıfta okuyordum; Halit Ağabeyim ise Manisa'nın Kırkağaç ilçesine tayin olmuş ve Hadim'den ayrılmıştı.

Annem, Hadim'de yalnız kalmış, 11 Aralık'ta vefat etmiş, derslerimi etkiler diye de bana bildirmemişlerdi.

Mustafa Ağabeyim tüberküloz olmuş, İstanbul'daki Haydarpaşa Validebağ prevantoryumunda tedavi olduktan sonra tekrar Ankara'ya dönmüştü. Samanpazarı semtindeki İş ve İşçi Bulma Kurumu (İİBK) şefliğinde çalışıyordu. Ankara'ya ziyaretine gittim. Çalıştığı daireyi kolaylıkla buldum. Giriş kapısının önünde sıralanmış masaların birinde çalışıyordu. Beni karşısında birdenbire görünce bir an duraladı ve bana "canım kardeşim" diyerek sarıldı ve ağladı; çok duygusal ve yufka yürekli idi.

Ağabeyim daha sonra tayin olduğu Kırıkkale'de iken İİBK'den ayrılmış, Türk Hava Yolları'nın açmış olduğu bir imtihanı kazanarak, Esenboğa Havaalanı'nda kule görevlisi olarak çalışmaya başlamıştı. Ulus'taki Küçük Tiyatro'nun karşısında bulunan yeni otelde bir odada kalıyordu. Ben ise 167 lira asli maaşla asteğmenlik görevimi sürdürüyordum.

1957 yılının 26 Mayıs sabahı Bolu'da bir deprem oldu, birçok ev yıkıldı; 40 kişi hayatını kaybetti. Alay binası yıkıldığından çadırlarda görev yapıyorduk. Bolu'ya o sırada Zonguldak'ta bulunan Cumhurbaşkanı Celal Bayar, İçişleri Bakanı Namık Gedik, Deniz Kuvvetleri Komutanı Tahsin Çelebican ve üst düzey bürokratlar geldi. Celal Bayar hükümet alanında halka hitap etti ve "geçmiş olsun" dedi; deprem yerlerini gezdi, gerekli önlemlerin alınması için yetkililere emir vererek Ankara'ya döndü. Deprem dolayısıyla birkaç gün kendime gelemedim. Depremden 2 gün sonra, çadırdaki yerimizden, mesai bitimi, çarşıya doğru giderken, Mustafa Ağabeyimin geldiğini gördüm. Bana doğru koşarak "çok şükür Allahıma seni sağ salim gördüm" dedi ve her zamanki duygusallığı ile sarılarak ağlamaya başladı. Deprem haberini radyodan dinlediği zaman kulede nöbetçi imiş, onun için aramaya, telgraf falan çekmeye gerek duymaksızın otobüse atlayıp gelmiş.

Bu sırada, ağabeyim, Esenboğa'daki görevinden alınarak Elazığ Meydan Müdürlüğü'ne gönderilmişti. Bu arada Ankara'da yayınlanan Ulus gazetesine "Hasırşapkalı" rumuzuyla yazılar yazıyordu. Bu yazıları, ağabeyimin yazdığı ihbar ediliyor... Bunun üzerine Türk Hava Yolları Genel Müdürü Abdullah Parla, ağabeyime "ya istifa et ya da görevden alacağız ve ayrıca da mahkemeye vereceğiz" diyerek istifa etmesini istiyor.

Mustafa Ağabeyime, istifa etmeden başka çare kalmıyor; daha sonra Yeni İstanbul, Vatan  ve Öncü  gazetelerinde çalıştıktan sonra 1961 Nisan ayında Milliyet'te göreve başlar. Milliyet  gazetesinde de 7 yıl kadar çalıştıktan sonra; prensiplerinden ödün vermediği için ayrılmak zorunda kaldı. Ayrıca beğendiği fakat sonraları anlaşamadığı Selami İzzet Sedes'in oğlu Milliyet  gazetesinin Ankara temsilcisi idi ve ağabeyimi pek gazetede istemiyordu. Hatta Halit Ağabeyim İzzet Sedes'e kadar gidip, durumun nazikliğini öğrenmek istedi. Sedes, "gazetenin belli bazı prensipleri olduğunu, ağabeyimin bunları gözardı ederek, kendi bildiğini okuyor havasına girdiğini" söylemiş ve "bu şartlarla ağabeyimle çalışamayacağını" bildirmişti. Bu durumu ağabeyim gazetenin Genel Yayın Müdürü Abdi ipekçi'ye anlatmış ve gazeteden kesinlikle ayrılacağını beyan etmişti. Abdi Bey'in de bütün ısrarlarına rağmen ağabeyim, Milliyet' in Ankara bürosundaki görevinden ayrıldı.

Milliyet' ten ayrıldıktan bir süre sonra, Hadimli hemşerimiz ve arkadaşı avukat Sait Başaran ile haftalık TÜM adıyla sol içerikli bir dergi çıkardılar. Fakat dergi bayiler tarafından bile sabote edilip, satılması önleniyordu. Ve dergi gazetelerin arkasına saklanıyordu. Ancak sorulduğu zaman veriliyor veya kalmadı deniyordu. Dergi 4 sayı kadar çıktıktan sonra maddi imkansızlıklar nedeniyle ve arkasından  bir sürü dava açılarak kapandı. Türk Haberler Ajansı'na geçiş tarihi ise, 20 Ocak 1969'dur. Artık biraz rahatlamış ve kendisine gelmişti. Fakat kader yine ağlarını örmeye devam ediyordu. Bu arada 12 Mart 1971 muhtırası gelmiş çatmıştı. Ağabeyim 12 Mart muhtırasına karşı bir tavır almıştı.

Bir gece kafayı çekiyor ve muhtıracıların başbakanı Nihat Erim'e telefonu açıyor ve bir küfretmediği kalıyor. Halbuki bir zaman ne iyi dosttular! Nihat Erim de dönemin Basın Yayın Turizm Bakanı olan Gaziantep Milletvekili Ali İhsan Göğüş'e telefon ederek, ağabeyimin ajanstan atılmasını istiyor.

1972 yılında Eskişehir'de solculuktan 3 öğretmen tutuklanıyor. Sıkıyönetim Komutanlığı'nın bu konudaki yasaklama kararına karşın haberi Yeni Ortam' da yayımlıyor. Bunun üzerine ağabeyim Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından mahkemeye verilip, 25 gün hapse mahkum ediliyor. Ancak af yasası ile hapis yatmaktan kurtulmuştur. Bu olay dolayısıyla bana, "yazdım, hiç olmazsa 3 öğretmenin tutuklandığını bütün Türkiye duydu" dedi.

1975 yılında; Yeni Ortam gazetesinden ayrılıp, Cumhuriyet' e geçmiş ve Ankara Notları yazılarına orada başlamıştı. Şimdi tam gazetecilik yapacağı yeri bulmuştu. Artık bu ölene kadar devam eder diyorduk ve dediğimiz gibi gerçekleşti. Yazılarında devamlı olarak öğretmenleri işliyor onların sıkıntılarını, ne zorluklar altında görev yaptıklarını dile getiriyordu. Bunu da kendisinin ilçe ve köylerde öğretmenlik yaptığı zamanlarda çektiği sıkıntılara bağlıyorum. Köy Enstitüleri'nin ise, amansız bir müdafii idi. O, "Enstitüden yetişen öğretmenler eğitim ve öğretimin temel taşı ve hatta belkemiği idi"  derdi. Bizleri yetiştiren o nesildi, derdi. Müthiş bir çalışma ve öğrenme azmi vardı. Çalışmakta zaman sınırı tanımazdı.

1980 ihtilalinden sonra ağabeyimin, sıkıyönetim komutanlıkları ve mahkemeleri ile başı çok ağrıdı. Sık sık yazdığı yazılar yüzünden aleyhinde davalar açılıyor, dava sonucunda ise, hep beraat ediyordu. Halit Ağabeyimin Yargıtay üyesi olduğu zamanlarda bile bir tek gün kendisine gidip, davası olduğunu söylememiştir. Onuruna çok düşkündü, "Suçlu isem cezamı çekeyim" diyordu. İnsanların düşüncelerinden dolayı mahkeme koridorlarında, hapishanelerde sürünmelerine isyan ediyordu.

10 Nisan 1997 günü ablam Meryem'i Ankara Keçiören sanatoryumunda kaybettik. Bu arada ağabeyim adeta yıkıldı. Çünkü 2 kardeş bir arada büyümüşlerdi. Adeta ikiz gibiydiler. Telefonda bana, "bırakta doya doya ağlayayım kardeşim" diyordu.

Bizler ablamın kaybı dolayısıyla kendimizi alıştırmaya çalışırken, mayıs ayı başında, çift taraflı zatürree teşhisi ile hastaneye yatırıldığını duyduk.

Demek ki kader ağlarını örmüş, artık Mustafa Ekmekçi'nin çilesi dolmuştu. Meğer biz Ankara'ya indiğimiz 21 Mayıs günü sabah saat 7.30'da vefat etmişti. Önce kalbi durmuş, 2 saat kadar uğraşmışlar ve bir türlü kalbi çalıştıramamışlardı.

Ağabeyimin herkes tarafından bilinen ancak dışa vurmadığı özelliklerine değinerek bu yazıyı noktalamak istiyorum. O, çok alçak gönüllü, kimseyi üzmeyen ve incitmeyen, kalender yapılı, giyime ve kuşama önem vermeyen, kapısı herkese açık olan bir insandı. Cumhuriyet' teki çalışma odasının kapısı sürekli açık olurdu; kapıdan girince hemen kendisini görürdünüz. Bazı köşe yazarları vardır; değil odalarına kimseyi almak, kapılarını bile açmazlar... Ağabeyim her kesimden insanla konuşur, onları dinler, işlerini görmeye çalışırdı. Odasını, domuz heykelcikleriyle süslemişti.

Ben her gidişimde değişik domuz heykelcikleri görür ve "bunlar yeni mi" derdim. Geleni büyük bir samimiyet ve sevecenlikle karşılar, çayını kahvesini söyler, tarını sorar ve ondan sonra ne için geldiğini öğrenir ve yapabileceği bir şey varsa hemen ilgili yerleri telefonla arar, sorun neyse çözümlemeye çalışırdı.

Evindeki kütüphanede 4-5 bin kitabı mevcuttur. Bana da daima okumamı tavsiye eder, yalnızca eften püften yayınları okumamamı tembihlerdi. Hayatı boyunca hep göründüğü gibi oldu, hiçbir zaman gösterişe kaçmadı. Bana, "hayatta çok adam tanı, fakat tanıdığın adamlardan mutlaka bir şeyler öğrenmelisin" derdi. Yalanı hiç sevmez riyakarlıktan nefret ederdi. Hayatı boyunca beraberliğimizde; bir defa haketmediğim halde bir tokatını yedim. Sonradan haksız yere tokat attığını öğrenince benden defalarca özür dilemiş ve "ne olur ya beni affet ya da bir tokat at" demişti. Kızlarına hayatı boyunca bir fiske bile vurmamıştır. Mutlaka ikaz ve telkin yoluyla hatalarını önlemeye çalışırdı. Meryem Ablama çok düşkündü ve ablam için kendini feda etti. Çok sinirlendiği zaman, kaşları yukarı doğru kalkar ve gözlerini açardı. Daha bir tek gün babamın, annemin, Halit Ağabeyimin bazı zaman kırıcı olan sözlerine karşılık vermez, gerekirse küser giderdi ve tepkisini böylece gösterirdi. Yeğenlerini çok sever ve daima onların bir ihtiyaçları olup olmadığını sorar ve onların okumalarını adam olmalarını isterdi. Bütün yayınları takip eder ve her yayını mutlaka görmek isterdi.

Irak dışındaki Arap ülkelerinin hiçbirisine gitmedi; dünyanın birçok ülkesini dolaştı. Parası yoktu. Çankaya'daki evinden başka bir de  Ümitköy'de o da eşinin babaevini satarak alabildiği bir kooperatif hissesi vardı.

Yazılarında daima doğru bildiğini yazmış ve kaleminden hiçbir şekilde taviz vermemiştir. "Türk basınında kalemini satmayan 20 kişi bulamazsın" derdi. Kalemini satmadığı gibi ailesi ve çocuklarına onurlu ve saygın bir isim bırakarak, bu dünyadan göçtü.

O bizler için, çalıştığı gazetelerde hep yazdı. Babamı, annemi, ağabeyimi, ablalarını ve beni köşesinde misafir etti. Ağabeyim için, böyle bir yazı yazacağımı söyleseler inanmazdım. Sağ olsa da bu yazdığım yazıyı okusa idi acaba ne derdi? Belki kızar ve belki de sevinirdi. "Oğlum, ailevi sırlarımızı ne diye açığa vuruyorsun diyerek" beni azarlardı.

Bu yazıyı yazarken, zorlandım. Çünkü acıyla, neşeyle geçen günleri hatırlarken hem ağladım ve hem de o günleri dolu dolu yaşadım.