Cumhuriyet' ten çıktık, bulvarın karşısına geçtik. Yağmur yağıyor. Ekmekçi, beni Meclis'in karşısında bırakacak, evine gidecek. Yağmur suları kaldırıma taşıyor, araçlar su içinde yavaş ilerliyor. Taksi bulamadık, yürümeye başladık. Biraz sonra baktım Ekmekçi yanımda değil. Döndüm baktım. Ekmekçi gerilerde dura dinlene geliyor. Yağmur altında. Yürümüyor sanki duruyor. Böyle vardık Meclis'e. Suç işler gibi de açıkladı giz'ini. Kalbi için doktor yürüyeceksin diyormuş, ayakları için doktor yürümeyeceksin diyormuş. Doktorlar ayrı ayrıydı; ama kalp ve ayaklar Ekmekçi'nindi. "Kimseye söylemiyorum!" diye de eklemek gereğini duyuyor.
Naciye Makal'a anlatmış bir ay önce. "Yürüyordum" demiş, "terlemiştim de. Yağmur yağmaya başladı. Bir güzel ıslandım. Çok hoşuma gitti." Naciye'nımın sorması üzerine de, "Hayır" demiş, "değiştirmedim çamaşırımı". Kalp Merkezi'nde yoğun bakımın önünde anlatıyordu Aldoğan Hanım: Gözünü açınca, "Beni niye buraya getirdin" diye yakınmış, "evde bakardın, beş-altı gün sonra kalkardım!"
İyiye gittiğini öğrenince umutlanmıştım. Yanılmışım. "Yitirdik" dendiğinde şaşırdım birden. Evin içinde onu aldım, onu bıraktım. Film zarflarını çıkardım. Ekmekçi'nin filmlerini ayırdım. Çantama koydum. Çıktım evden. Merdivenlerin ortasında durdum. Çantama baktım. Filmleri almamışım dedim kendi kendime. Döndüm. Çıktım merdivenleri. Eve geldim. Masanın üstünde yoktu filmler. Dolabı açtım. Yeniden döktüm filmleri. Telefonun yanına baktım. Bulamadım. Çantamı açtım, çantamdaydı. Çıktım evden. Koşarak inmeye başladım merdivenleri. İki yüz yetmiş basamağı yani.
İniyordum merdivenleri. O çıkıyordu. "Bakana telefon ettim" dedi; "git pasaportunu al!" Gittim. Çin Seddi'nin yerinde gülümseyen bir bayan oturuyordu. Ama gülemiyordu Ekmekçi. Çünkü ne söylense dinlemiyordu Komser Bey. Götürecekti Nedim Tarhan'ı. Pamukkale'de, panel için geldiğimiz otelden, emniyetin nezaretine. Çoook eski bir tutuklama kararı Komser Bey'in elinde. Uzun sürdü tartışma. Bir ya da iki oldu saat. "Biraz da onlar uyansın uykusundan" diyor Ekmekçi. Sonra ahizeyi komsere uzatıyor: "Bakan Bey konuşacak sizinle!"
Ben iniyorum merdivenleri. Ekmekçi durmuş konuşuyor. Bu kez daha uzun sürüyor konuşma. "Ankara İşkence Raporu"na da alacağım konuştuklarını. Cumhuriyet' ten. Yanılmıyorsam on üç yazı.
Müdür Bey'in masasının yanından kalkıyor, yanıma yaklaştırıyor sandalyesini. "Neydi adı?" diye soruyor. Sinop'ta Kemal Atatürk'ün gemisine binen fotoğrafçının adını yazıyor not defterine. Konuşurken, "Müdür Bey, Halo Dayı öldü mü ne" demiştim, "bir aydır görünmüyor!" Fatma İşmen'le gelmişti cezaevine. Ziyarete. Bir yandan da yakınıyordu İlhan'dan. İlhan kitabevinin vitrinine bir de "Sosyalizmin Alfabesi" ni koymuş. Depo basıldığı zaman içeri girenler çiğnemiş kitapları. Postal kabaralarının "damgası" varmış vitrindeki "Alfabe" nin üstünde. 12 Martın damgası yani. Yani işkencelerin, cezaevlerinin darağaçlarının belgesi. Ama satmış İlhan kitabı. Öpüşüyor ayrılıyorlar. Halo Dayı, bin yıllık fötrünü geriye kalkıtmış, eski paltosunun önü açık, iki ayağını açmış, gözüne dayamış fotoğraf makinesini, nişan alıyor voltada beni. "Senin yazar arkadaşın öldürmüş beni!" diyor, gülerek.
"Halo Dayı hala gülüyor mu?" diye soruyor Ekmekçi, ölmediği için seviniyor. İlhan Selçuk vurgulayarak yineliyor: En büyük Ekmekçi, diyor. Çünkü onun yazılarında, insan var. En sade halk var. Anadolu var. Adı bilinmeyen binlerce özgürlük savaşçısı var. Kardeşlik var, sevgi var, özgürlük var.
"Zor çıktım" diyor beş katı. Hasan Ali Yücel'i anma toplantısına gelmiş. Sami Karaören'i dinliyor, ayrılıyor. Nazım Hikmet, Ruhi Su, Aziz Nesin, işkencedeki kız, acı çeken öğretmen, Halit Çelenk, Deniz Gezmiş, Ahmed Arif, Doğan Öz, Ali Yüce'nin şiirinden birkaç dize; Canip Yıldırım'la söyleşi. Ankara'da son imza günü gene İlhanilhan'da. Bielfeld'de Nebahat'ı izliyor saat saat. Seçim sonuçlarını düşüyor notuna.
Birlikte olduğumuzu anımsıyorum Diyarbakır'da, Çanakkale'de, Aydın'da, hemen her yerinde Anadolu'nun. Sevincin sesi: Ekmekçi gelmiş! Ya domuzuna konuşuyor, ya dikine. Başkentin sevgi bayrağı. Özgürlük savaşımızın büyük-küçük hemen her alanında. Ya konuşuyor, ya dinliyor. Ya yürüyor, ya oturuyor.
Düşenlerle direnenlerin cenazesinde, direniyor Ekmekçi, 68, 69, 70 yarın tabutundan yağmayacak mı kırmızı karanfiller gibi gülüşün. Saçılmayacak mı havai fişekler gibi göklere kahkahan?
Her sabah "günaydın" der gibi Tanilli'ye.
Nasıl da duymuyorum trafiğin sesinden. Tanilli, Strasbourg'tan çığlık çığlığa, "gitme!" diyor, "gitme!"
Ekmekçi gülüyor. "Gideceğim" diyor. Yürüyerek gitmeyecek ya. Nereye gitmedi ki, Ruhi Su'nun "Erzurum dağları kar ile boran" ı bir çığlık gibi göklerine asıverdiği Avustralya'ya mı gitmeyecek!
Tanilli, sandalyesinin tekerlerini daha büyük bir hızlı çeviriyor, hızlanıyor, sanki Esplanade'dan ona ulaşmak, durdurmak, tutmak istiyor kolundan, ayağından. "Gitme!" diyor, son soluğuyla çığlıklanıyor: "Gitmeee!.."
Gitme Ekmekçi, nereye gidiyorsun?
Gülüyor, "gideceğim" diyor, ekliyor:
"Yürüyerek gidecek değilim ya!"
ÇGD/Çağdaş Basın, 21 Mayıs 1997