Yazmak... O kadar zor ki. Yazmak belki de kabullenmek olacak. O yüzden bu yazıya kerelerce başlanıp, bırakıldı. Kelimeler, sözler ne babamı anlatmaya yetecek, ne de beni rahatlatacak biliyorum...
Çocukluğumdan anımsadığım en öne çıkan özelliği onun her zaman sevgi dolu oluşudur. Özlem'le benim çocuksu maceralarımıza hep ortak oldu ve en izin verilmeyecek oyunlara -anneme söylemeden- arka çıktı. Evde üç çocuk gibiydik. Gerçeklerle uğraşma yükü her zaman annemin üzerindeydi. Babam ise Botanik Bahçesi, Lunapark gibi eğlencelerin kaynağı oldu.
İlk demokrasi derslerimizi ondan aldık. Evde annemle anlaşamadığı bir konu olduğunda, bize sorar, oylama yapılmasını isterdi. Karar ne olursa hep beraber uyardık.
Her zaman çalışırdı. Onu hep masasının başında, elinde telefonu, cızırtılı bir teypten yaptığı röportajları çözerken, okurken ya da yazıya başlamadan önce koridorda volta atarken görürdüm:
"Baba ne var?"
"Yazıyı çatıyorum."
Sabahları çok erken uyanır, günlük gazeteleri okur, yazısını hazırlardı. Daktilo sesi ile uyanmak bir alışkanlık olmuştu hepimiz için. Kalkar kalkmaz elime yazının hazırlanan bölümünü verir, ben gözümü açıp okumaya çalışırken, o, yazının devamında neler olacağını heyecanla anlatırdı. İşte bu yüzdendir her yaptığım işte bir heyecan yakalamaya çalışmam ve bulamadığım zamanki düş kırıklığım...
O kelimelerle değil, duygularla yazardı. Eski, çoğu harfi artık okunmayacak haldeki daktilosunun başına oturur, duygularını dökerdi sayfalara. Daktilonun başında ağladığına çok tanık oldum. Yazdığı ama hazmedemediği haksızlıklara, yitirdiği bir dosta... İşte bu yüzdendir haksızlıklara boyun eğememem....
Yazıyı bitirip de faksını çektikten sonra, "bilmem şu feleğin bende nesi var" türküsünü ıslıkla çalar, kendine yemek hazırlamaya koyulurdu. O anı, o buğulu gözlerdeki mutluluğu çok az insanda yakaladım.
Klasik bir baba hiçbir zaman olmadı. Örneğin derslerimizi, sınavlarımızı sorduğunu hiç anımsamam. Onun için başka değerler önemliydi. İnsan olmak önemliydi onun için, gerisi boştu. Hatta bir keresinde ben lise 1'de okurken, anahtarını evde unutmuş, en yakınında ben olduğum için anahtar almaya bana uğramış. Kapıdaki nöbetçi öğrenciye "benim orta 3'de bir kızım var" demiş. Ben kapıya geldiğimde nöbetçi kız kikir kikir gülüyor, babamla sohbet ediyordu. O insanları diplomalarına, sınıflarına göre değerlendirmedi hiç. İşte bu yüzdendir insanları insan olarak görme çabam...
Çok alçakgönüllü bir insandı. İnsan nasıl bu kadar sade, bu kadar hırssız olur diye çok düşünmüşümdür. Elindeki ile yetinmesini bilir, lüksü sevmezdi. Örneğin ona yeni bir kazak mı aldık, hemen 'ya benim bu renk bir kazağım vardı' diye 15 yıllık kazağını anımsar, bize zorla eski kazağı buldurur, üstüne geçirmeden rahat etmezdi. Ona her alınan hediyede babasının çocukken müsamere için aldığı ayakkabıları, şiiri unuttuğu için geri alması anısını anlatır, içi burkulurdu. Bilmem sevinemezdi belki de ona alınan hediyelere bu anı yüzünden.
Çok renkli bir kişiliği vardı. Tam bir konuşma ustasıydı. Hele neşesi de yerindeyse fıkralar, anılar anlatır, tüm aileyi, arkadaşlarımızı komşularımızı kahkahalara boğardı. Kendisi ile dalga geçmeyi de iyi bilirdi. Yollarda kaybolma özelliği vardı ve bunu her ortamda o güzel kahkahalarına ortak ederek anlatırdı. Anımsarım Teyzemin nikahında ondan bir konuşma yapmasını istemiştik. Herkes düğünle ilgili bir konuşma beklerken o 1,5 saat boyunca politik anılar, fıkralar anlatıp, sonunda "yeni evli çifte mutluluklar dilerim" dedi. O zaman herkes nikahta olduğunu anımsadı. İşte bu yüzdendir o konuşurken hayran bakışları izleyip, babam olduğu için gururlanmam...
Emeğin kutsallığını ondan öğrendim. Saç traşına kuaföre gitmeyi hiç sevmezdi. Onu ben traş ederdim. Her seferinde traştan sonra odasına gider, cüzdanından para çıkarır ve bana uzatırdı. Ben almak istemediğimde de "bu emeğinin karşılığı, bunu alman lazım" der, zorla parayı verirdi. İşte bu yüzdendir sömürülen emekçileri gördüğümdeki kırgınlığım...
Halktan uzak olmaya dayanamazdı. Herkesle konuşur, derdini dinler, hangi partiye oy vereceğini, politikacılar hakkında ne düşündüğünü sorardı. Cumartesi günleri ikimiz pazara giderdik. Ben her ne kadar gitmemek için bahaneler yaratsam da, sonunda onu kıramayıp razı olurdum. Çok bir şey aldığımızdan değil. O pazarcılarla sohbet eder, görüşlerini alır, arada da birkaç meyve sebze alırdık. "Baba bu kadar uzun ne konuşuyorsun pazarcılarla" diye yakınmalarıma, pazarcılara duyurmamaya çalışarak "halkın nabzını yokluyorum" diye cevap verir, muzip muzip gülümserdi. İşte bu yüzdendir sırça köşklerinde ahkam kesenlere gazeteci diyememem...
Yaşama dört elle sarılmıştı. Yaşamanın, onurlu yaşamanın bir insanın en büyük amacı olması gerektiğini ondan öğrendim. "Daha yapacak çok işim var, yaşamam gerek" der, yıllardan yorgun düşmüş kalbine yenilmemek için otlar kaynatıp, kefir içer, sağlığına çok dikkat ederdi. Yaşama çok bağlıydı, bırakmamak için de insanüstü bir çaba gösterdi. İşte bu yüzdendir kulaklarımda kahkahası, gözlerimde o buğulu gülen gözleri, evde hala duyduğum daktilosunun sesi ve bana verdiği en güzel şeyle-ismimle- yaşamaya devam etmem.
Yazmak... O kadar zor ki... O yüzden bu yazıya kerelerce başlanıp, bırakıldı. Kelimeler, sözler ne babamı anlatabildi, ne de ona olan duygularımı biliyorum...