Mustafa Ekmekçi Yaşarken

Fakir Baykurt (Eğitimci - Yazar)

Gazi Eğitim'e gelmesem, Makal arkadaşım olmasa, fırsat bulup aydınlarla konuşmaya, tanışmaya koşmasak, ünlülere giderken ünsüzlere uğramaya önem vermesek, Mustafa Ekmekçi'yle tanışmam kimbilir ne kadar gecikirdi? O benim yaşamımı, özyaşamımı güzelleştiren insanlardan biridir. Usul boylu, karaca bir insan. Anası "kömür çuvalım!" diye severmiş. Gevrek gevrek gülmeye başlayınca daha bir güzelleşir, adeta tatlanır.

Bu söylediklerim onun dış görünüşü. İç görünüşü ise bir varsıllıktır. Tasalı günde, kıvançlı günde arayıp soran, düşenlere arka çıkan, göğsü acıma dolu, vefalı, zor durumda kalana Hızır gibi yetişen, hırsıza, hınzıra, kıyımcıya da ölesiye karşıt bir gazeteci/insan!

Ankara Hukuk'un karşısıdaki küçük Seyhan Palas Oteli'nde tanışıp görüştükten sonra birden kaynaştık. Sonra araya benim için Sıvaslar, Hafikler, Şavşatlar girdi; çok uzaklardaydım. Buluşmamız rastlantıya bağlandı. Demokrat Parti diktatörlüğünün sert dönemi. Şavşat'taki derslerimden koparıldım, Ankara'da kızağa alındım. Aylık az, cepte üç kuruş yok, yakınlarda kirası ödenebilir ev yok; ailemi alıp gidip ta Topraklık'ta oturmaya başladım. Hemen ardından, Yılanların Öcü, hem de Cumhuriyet' teki yazılarımdan ötürü başıma çoraplar örüldü. "Uslu dur!" diyorlardı. Ben yazmayı sürdürdüm. Bu kez bakanlık buyruğuna aldılar. Korkunç bir ceza verdiler. Aylığım dörtte bire indi. İşten uzaklaştırıldım. Başka işte çalışmama da izin yok. Çocuklarımız küçük. Kimi günler onunla cebimizdeki paraları birleştirip Kızılay'dan Topraklık'a bilet alıyoruz. Ya da ben eve ekmek, sebze alıyorum. Gene de belirteyim, verilen cezanın benim için iyi yanı da vardı; yarım romanımı tamamlıyordum, hem de yazıyordum daha bir inatla, inançla.

Yorulunca hava alayım diye çıkarsam, ya da basınla ilişki gerekiyorsa, Kızılay'a inip Ekmekçi'yi bulurdum. O zaman Vatan' da çalışırdı. Benden başka dostları var. Onlar benim de dostum oldu. İlişkileri geniş insandı. Uygun bulduklarıyla tanıştırırdı. Biz oturur konuşurken kendisi makine başında haberini yazardı. Dört elle sarılırdı işine. Büyük bir gazetenin Ankara bürosunda çalışmanın halk yararına bir olanak olduğunu bilirdi. Meclis orda, parti merkezleri, bakanlıklar orda. Çarklar, fırıldaklar orda dönüyor. Yazacağı haberleri ekonomi politikanın yüreğinden çeker alırdı. Kültür sanat merkezi İstanbul'da. Elbet Ankara'nın da kurumları gelişiyordu. Büyük gazetelerde çalışanlar daha çok DP-CHP arasındaki horoz dövüşünü izlemeyi yeter görür, kültür sanat haberlerine bakmaz, hele öğretmenler dünyasında olup bitene ilgi duymazdı. Bu tür konuların tek insanı vardı, o da Mustafa Ekmekçi.

Ekmekçi sadece haber derleyip yazmakla kalmaz, bir tür Marko Paşa'ydı, dert dinlerdi. Bir iş bakanlıkta, genel müdürlükte takılmıştır. Burası başkent. Otel şuna, doyumevi buna. Günlerdir kapılarda beklemiş, ama huzura çıkamamış. Sendika yok, halden anlar dernek yok; en son kimden duyduysa, Ekmekçi'ye koşar gelirdi. Demek ünü yurdun uzak köşelerine doğru yayılıyordu.

Onun için, "içi dışından, dışı içinden güzel insan" dedim; ama o kendisini aşırı çirkin bulurdu. Açıkça da söylerdi bunu: "Bak şimdi gitsek, senin işi genel müdüre ya da bakana yüzcek söylesek, olacaksa da olmaz. En iyisi ben telefon edeyim. Sesim yüzümden daha etkilidir!" Gizlice gülerdi böyle derken. Ta bilmem nereden gelen arkadaş çıkıp gidince bana fısıldardı: "Fakir, sen benim şu suratıma baksana, bir santim estetik var mı? Arabın tekiyim! Kılığım dersen dökülüyor. Ama telefonda 'Alo, sizden bir ricam olacak!' dedim mi yumuşuyorlar. Belki sesim gerçekten güzel, karşımdakini etkiliyor. Atmıyorum; çok denedim bunu. Pek çok iş, kendim gittim görülmedi, telefon ettim görüldü. Sen istersen inanma!"

Ama herkes görünüşe göre yargıya varmaz ki! Dursun Kut arkadaşımız onu Hakkı Tonguç'la tanıştırdı. Birbirleriyle hemen dost oldular. Hakkı Bey kendisine çok değer verdi. Telefon edip sözleşerek Kızılay'a onun için iner, işten sonra ünlü Piknik'te birer bardak bira içerlerdi. Diktatörlük dizgin tutmaz dereceye gelmişti. Baş başa konuşurlardı. Hakkı Bey Mustafa'nın ne kulağı delik, hem de canavarın yüreğine kadar giren bir gazeteci olduğunu ilk görüşte anladı. Mustafa da onun yorumlarına büyük değer veriyordu.

Bilmiyorum Vatan' da ne kadar kaldı? Yön' de "Hasırşapkalı" takma adıyla yazmaya başladığı yazılar, köşe yazarlığının başlangıcı oldu. Sonra başka gazetelere geçti, Ulus' ta, Öncü' de, Milliyet' te, Yeni Ortam' da çalıştı. Son yeri Cumhuriyet'  tir, en iyisi de odur. Haftada üç gün, alışılmamış güzellikte Ankara Notları  yazıyor. Kendine özgü olan bir yazış biçimini geliştirdi. Ne iyi yazılardır bunlar!

Türkiye diktatörlükten diktatörlüğe, darbeden darbeye gide gele özgürlükleri, en başta da yazı özgürlüğünü alabildiğine daralttı. Özellikle darbe dönemlerinde durmadan yayın yasağı konuyor. Zaten sürekli denetim var. Sıkıyönetimlerde bir sürü savcı görevli. Bunların bir bölümü basını izler. "Normal" adı verilen, gerçekte hiç de normal olmayan dönemlerde bu denetim sivil savcılarca yapılır. O zaman sadece Ankara merkez adliyesinde kırktan fazla yardımcı savcı vardı. Bunların en az sekizi basın işine bakardı. Gazeteciler, yazarlar sık sık anlatım vermeye çağrılırdı. Mustafa Ekmekçi bir yola başvurdu: demiyor gibi görünerek derdi. Diyeceklerini çok anlayışlı okurlar için satır aralarına yerleştirirdi. Sık sık gülmeceye, şakaya, sezdirmeden alaya yer verirdi. Bunu yapabilmek için evinden, eşinden, çocuklarından söz açar, anasından, kardeşlerinden anlatırdı. Kendi kendisiyle dalga geçerdi. Yumuşatır, hatta güldürücü özellikler katardı. Moliere dememiş mi; "Söylediklerim sert, o yüzden insanları güldürüyorum, yoksa beni asarlar!" Mustafa da güldürür. Yazılarına doğradığı şakalar okuru yüreğinden yakalar. Sonra birden, ya ortada, ya da sonda numarasını yapar, eleştirisini saplar. Okurlar, "Okudun mu, Ekmekçi bugün ne yazmış!" diye konuşur. Okuyan okumayana haber verir. Ben çok okur gördüm, Ekmekçi'nin Ankara Notları' nı bir haber merkezi gibi görür, merak ettiğini orda bulurdu.

Makal'ın Bizim Köy notlarındaki gibi hoş bir kuruluşu vardır bu yazıların. Anadolu fıkra kaynağından birkaç damla aktarır, ara sıra yazılarının nasıl kurulduğunu anlatır, okur mektuplarına yer verir, birkaç ikinci küme şaire fazla takılıp kalsa da, iyi şairlerden dizeler aktarır; sonra yurdun durumunu aralara serper. Yürüyen adaletsizliğe karşı umudu, ayağa kalkması gereken direnci mudulla dürte dürte uyandırır. Toplumsal savaşımın en uçlarında çarpışanların, ileri karakol nöbetçilerinin sıkıntılarını aktarır, onlara çabalarının boşa gitmediğini, gitmeyeceğini sezdirir, onurlandırır.

Nasıl geldi buraya? Aşılmaz engelleri nasıl aştı? Daha önemlisi, kendini bu kadar iyi nasıl yetiştirdi? Onunla bu soruların yanıtlarını konuşmaya çok az fırsat bulduk. Ekmekçi, yaşamöyküsünün pek çok kesitini, önemli önemsiz ayrıntısını, o güzelim köşe yazılarına rendeledi. Bunlardan birazını seçip beş altı kitap çıkardı. Biri Tan Oral'ın çizgileriyle ve önsözüyle çıktı. Pek güzeldi. Gazete yazılarını kitap yapma yoluyla okur önüne bir daha sürmeyi o da sevmez. Kitap yapma işini pek istekle yapmadı. Oysa önemlidir; bunun da meraklısı, hatta benim gibi tiryakisi vardır. Samsatlı Lukianos'u anımsatan, sık sık bıyık altından güldüren o yazış biçimine biterim ben. Ekmekçi, kaçırmadan okuduğum Ankara Notları' ndan başka pek önemli ve güzel dizileri bile o sayfalarda bıraktı. Bence yapılacak akıllı bir tarama ile onun yazılarından özyaşamını aydınlatıcı parçaları derlemek gerekir; inanın, ortaya son derece güzel bir "otobiyografi" çıkar. Bunu kendisi, göğsüne tabanca dayasan yapmaz. Zorun zoru bir iş olduğu için başkası hiç yapmaz. Bu yüzden de belleğini yitirmiş yeni okur, Ekmekçi'nin yazdıklarını tam bütün kavrayamaz. Belki eşi Aldoğan Hanım gerçekleştirir bunu.

Evet nasıl geldi buraya, önüne dağlar gibi yığılan engeli nasıl aştı? Arkadaşım, 1924'te Konya'nın o zaman köy kadar bir yerleşimi olan Hadim ilçesinde doğdu. Ortayı, Liseyi Konya'da okudu. Turgut Özal sınıf arkadaşıydı. İlk yazıları Ilgın gazetesinde çıktı. Liseden sonra Ankara (İstanbul- M.A.) Hukuk Fakültesi'ne yazıldı. Babası ölünce fakülteyi bıraktı, ilçesine döndü. Konya'da çıkan Öğüt' e, kendisinin "çimdik" dediği türden küçük fıkralar yolladı. Bu tür gazetecilik onun kanında varmış. Tam vaktinde onu bundan caydırmak istediler. Konya savcısı, Öğüt' te çıkan bir fıkrasından huylanmış. Anlatım almağa çağırdı. Jandarma eve bildirim bıraktı. Anası kalktı dikildi; öbür çocuklarına: "Ağanızı asacaklar!" dedi. Hadim'den Konya'ya epey yol var, ama taşıt var mı? Git gel, sıra al, anlatım ver; bir hafta. Mustafa dönüp gelesiye kadıncağız tuz yumurtladı. Oysa savcı DP'nin yukarısına yağ çekecek: "Niçin böyle yazdın, hayvan mı diyorsun büyüklere?" Mustafa anlattı. O zaman buyurdu Savcı Bey: "Yahu sen bu belalı yazıları bırakıp şiir, öykü yazsana, bak çok işlek kalemin var!"

Gerçekte şiirlere, öykülere de takar savcılar, orası ayrı.

Ekmekçi'nin taşra fıkracılığı koca eşeğin kuyruğu gibi uzamadan, kısalmadan epeyce gitti. Askerliğini bitirince, çıkış yolunu Ankara'da aramaya karar verdi. Bıraktığı fakültenin karşısındaki Seyhan Palas'a geldi. Alın beni diye Ankara gazetelerinin kapısını aşındırıyor. Anacığı da gelip gidenle, sucuk yolluyor, bulursa bal yolluyor.

O sıralar Ekmekçi'nin iki büyük tutkusu var: Aah bir Tonguç'u tanısa! Pek çok okur onu Köy Enstitülü sanır. Çok candan tutar Enstitüleri. Her 17 Nisan'da anar. Yeniden açılmasını ister. Köy Enstitülerinden yetişenlerin başarısını duyurur. Bir vakıf kurmaya kalktık, onunla ilgili hazırlık toplantısını on günden fazla yazdı, daha da yazacağından başka... Anlatmıştım, Tonguç'la tanışma muradına fazla gecikmeden erdi. Bunu hala yaşamının büyük mutluluğu sayar.

İkinci tutkusu Ataç'la tanışmaktı. Yazılarını sözcük kaçırmadan okurdu. Bilinçaltına dolan özlem, onun gibi kasılmasız, konuşur gibi yazmak, yazarken düşünmek, daldan dala da olsa öylece geliştirmek yazısını. Pek iyi başardı bunu. Çünkü düzenli bir yazın okurudur o. Kitaplardan alacağı kadar almıştır, yeter demez, almayı sürdürür. Bunları ana, ata ocağından getirdiği kültürle birleştirir. Söz dağarcığı geniştir. Kimi okumuşlara bulaşan hastalıktan onda kırıntı yoktur, hiçbir zaman bilgiçlik taslamaz, büyüksünmek bilmez, okuruyla eşittir. Söyleyeceklerini onun hem kafasına, hem gönlüne söyler. Giz verir gibi, kulağına söyler.

Yaptığı güzel işlerden biri de fırsatını bulup eski yeni kitaplardan söz açmaktır; yeri gelince yazıların arasına şiir sıkıştırmaktır. Bunları alt alta yazmaz ne yazık, dize aralarına bölme çizgisi atıp düzyazı gibi yazar. Yeri dardır sanki. Ama nasıl yazarsa yazsın, okur anlar.

Bir ara gazetelerden çekildi, daha doğrusu Kemal Bisalman'ın attığı kazıktan ötürü işsiz kaldı. Sadun Aren'le, Behice Boran'la birleşip Tüm adlı haftalık dergiyi çıkardı, ama bunu yeterince tutunduramadı. Büyük saygısı vardı Behice Hanıma, sadece ona değil, bütün İşçi Partililere. Başı dardaki komünistlere en yakın desteği o verdi yazılarında. Haydar Kutlu ile Nihat Sargın yurtdışından dönüş yapıp uçaktan iner inmez, uygarlık dışı biçimde tutuklandığında, uygarlık dışı diyorum, çünkü adamlar kendileri gelmiş, kaçmaları söz konusu olamaz, bırak otele insinler, eve gidip dinlensinler; ertesi gün çağır efendi efendi, soracağını sor, niçin yaka paça ediyorsun? Sadece bu kadar olsa öp başına koy: Havaalanından sorgulamaya gözü bağlı götürüyor. Bunların ardına düşüp, ne olup bittiğini araştırıp soruşturup, duruşmalar başlayınca da izleyip yazan gene Ekmekçi.

Cezaevine düşenlerin, işkenceye çekilenlerin, açlık grevine girenlerin, ölüm orucuna yatanların, hastalanıp eli ayağı tutmayanların, dilsiz yatanların da biricik arayıp soranı o, kimi zaman sadece o. Ben olsam asıl kahraman gazeteci ödülünü ona sunarım.

En zor dönemde Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin genel başkanlığı görevini, üstelik sağlığı elverişsizken üstlendi. Yakalandığı amansız hastalıktan kurtulma ümidi henüz varken yurtdışında bakımına izin verilmeyen Ruhi Su'nun işini o izledi. Şair Başaran'a verilmeyen pasaport konusuna, verildiyse bile havaalanından tam uçak kalkacakken, içerdeki valizini almaya fırsat bırakmadan apar topar indirilmesi olayına o sahip çıktı. Yıllar yılı dışarda yurt özlemiyle yaşayıp kocamış Zekeriya Sertel gibi çilekeşlerin derdini gazetedeki köşesinde o dile getirdi. Bir yanına inme inince aylarca dilsiz yatmak zorunda kalan Hasan Hüseyin'e gidip kulağına şiir okuyan da odur. Fakültesinden evine giderken faşist kurşunlarıyla belden aşağısı kötürümleşen Server Tanilli, üstelik yurtdışında yaşamak zorunda kalınca, mektuplarını, iletilerini düzenli olarak Ekmekçi'nin köşesinde yayımladı. Tanilli'nin iletisi bugün bitmediyse, ardını ertesi gün verdi. Birkaç kez söyledim Tanilli'ye: "Madem bu kadar yazıyorsunuz, gazeteden bir köşe ayırtın kendinize!"

"Ne gerek var?" dedi, "Ekmekçi'nin köşesinde yazıp duruyorum!"

Devrimci sanatçılar, Türkiye'nin sınırları içinde başka bir ulustan düşman gruplar gibi ayrılandıkça, Ekmekçi onların konsolosu gibi canla başla görev yaptı; böylece bilinen anlamdaki köşe yazarlığını aştı. Sanırım hem yetişmesiyle, hem bitmez tükenmez insanlık çabalarıyla, genç gazetecilere örnek oldu.

Ekmekçi arkadaşımı anlatmak bana mutluluk veriyor. Yaşamda çok acı çekti. Kendi yoksunluklarının verdiği acılardan başka, gariban insanların gördüğü haksızlık, yıkım, onun duyarlı yüreğini kanattı. Ama bu arada onun yaşamını güzelleştiren mutluluklar da vardır. Bunlardan biri iyi bir arkadaş çevresine sahip olması. Sanki onda bir tılsım var, değerli olanı yakınına çeker. Bir kokusu, ya da ışını vardır, o da değersizleri uzaklaştırır. Bu ayıklamayı yapmak için kendisi özel çaba göstermez, kötüleri itmek için kaş çatmaz, söz söylemez. Kötü kişi anlar istenmediğini, çeker arabasını.

İkinci mutluluğu da benim meslektaşlarımdan Aldoğan Hanımla evlenmesidir. Mustafa Ekmekçi Ankara'da uzun süre yalnız yaşadı. "Bu adam kendine yeterince bakamıyor!" diye üzülürdük. Evlenmesini önerdikçe de, "Beni kim beğenir? Kim çeker yükümü? Ben böyle kurur, sonra ölür giderim! Siz benim için üzülmeyin!" derdi. Bir iki aday da oldu, gösterdik. Bende çöpçatanlık becerisi yoktur, başarılı olamadım. Öyle yalnız yaşıyordu.

Birden Aldoğan Hanımla evlenme işi gündeme geldi. Artık kararını verdi, bu kez evlenecek; ama öyle anlı şanlı düğün istemiyor. Zor güç şu kooperatif, bu kooperatif uğraşarak Çankaya'nın bayırında, bir apartmanın alt katında bir evcik edinmişti. Dünya evine orda girdi. Nikah da kayın pederinin Anıtkabir yakınlarındaki evinde kıyıldı. Bizim pek azımızı çağırdı. Kendine göre bir liste yapmış nasıl yaptıysa. Behice Hanımı anımsıyorum. Ne olsa bir evin oturma odası. Töreni orda yaptık. Kutladık kendisini. İçkisini içtik.

Elbet Aldoğan Hanımın aile yakınları da oradaydı. Bunlardan biri Köy Enstitüleri karşıtı Ali Uygur'du. Biz içimizden bozulduk elbet. Ama Mustafa çoktan çözmüştü sorunu: "Aslanım, o iş ayrı, bu iş ayrı! Aldoğan'ın aile yakını! Elbet gelecek!" dedi. Aynı oda içinde oturduk, birbirimize uzak, daha doğrusu soğuk durduk. Bir ara ben düşündüm: " Yahu bu iş ona daha zor, baksana Behice Boran gelmiş, Fakir Baykurt gelmiş..."  Yani bizi o zaman azılı diye tanıyor. Boşverdim. Mustafa da bunu kafaya takacak olsa zaten bu karara varmazdı. Aldoğan onun yüzünü güldürdü bence. Çekti çevirdi, yaşamını topladı, sağlığını yoluna koydu.

Üçüncü mutluluğu da, hatta bunu birinciye alabilirim, birbirinden sağlıklı, elden ayaktan, gözden, güzellikten eksiği olmayan kızlarının dünyaya gelmesi: Birine Eylem, birine Özlem adı verdiler. Nihat Erim'in balyoz gibi indiği günlerde dünyaya gelen çocukların adlarında birer ileti bulanlar oldu, olsun; Mustafa işine baktı. Yazılarında zaman zaman anasından, kardeşlerinden söz ettiği gibi, kızlarından söz etti. En çetin toplum sorununa, ya da insanlık durumuna Eylem'le konuşarak girdi, Özlem'le konuşarak çıktı.

Yukarda onun Ataç'a olan tutkusundan söz ettim. Bu tutkuyu o tıpkı Ataç gibi dilimize yeni sözcükler katma girişimine kadar vardırdı. Avukat demez, savunman der, doktor demez sağın der. Bu dedikleri öz Türkçeleri oluyor. Önce öz Türkçelerini sonra ayraç içinde yabancı dilden karşılıklarını yazar. Ekmekçi'nin önerdiği savunman'ı örneğin ben de kullanırım. Baktım Halit Çelenk de kullanıyor. Demek yararlı iş yapıyor.

Ekmekçi deyince elbet bir de domuz eti konusu var. Bağnazlığın üstüne gidecek ya ille. Tazeler tazeler sürer o konuyu. Sadece bağnazlara inat bir tazeleme değildir yaptığı; halkımızın protein gereksinimini düşünür. Domuz çok üreyen bir hayvan olduğu için, etinin sığırdan, koyundan kalan boşluğu dolduracağını savunur. Kimi düşünürlere göre, yeterince et yemediği için gerekli proteini alamayan toplumlar zihin etkinliği yönünden düşük verim gösterir. Ekmekçi gibi arkadaşlar bunu, geri kalmışlığımızın nedenlerinden biri sayar. Ama bağnazlar düşünmez burasını; onlar aynı zamanda düşünme tembelidir; hemen saldırıya geçip öldürmeyi kurarlar. Uğur Mumcu örneğinde olduğu gibi, yaparlar da bunu. O yüzden çok kaygı duymuşumdur. Kaygımın iki nedeni oldu. Birincisi, çok duyarlı bir insan olduğu için, zaten zayıf olan ciğerlerini temelli zayıflatıp vereme yakalanacak. İkincisi, bağnazlar onu öldürecek. Yüreğim titredi durdu. Üstelik kendisi aynı zamanda yüreğinden hasta. Bir değil iki kez yatağa düştü. Tanıdığımda sanırım otuz yaşındaydı. Sağlığından o zaman da kaygılıydım. Fakat bu tür insanlar bir kez hastalanınca can değerini iyi bilir ve çok yaşar. Rıfat Ilgaz'la Vedat Günyol'u buna örnek olarak düşünürüm. Rıfat Ilgaz veremliydi. Sıvas'ta yakılan dostu Asım Bezirci'nin üzüncü olmasa Rıfat Ilgaz yüz'ü bulurdu. Vedat Günyol'un ciğerleri de kaç kez hastalandı. Midesi uzun zaman delik deşikti. Ekmekçi aynı acıların beterini her gün çeker. Olumsuzun olumluya dönüşmesi gibi bir şey, yani bir tür idman kazandı; böylece dayandı acılara, gide gide çelik gibi oldu.

Gazetecilikte doğru dürüst sigortası oldu mu, emekli kesenekleri düzenli ödendi mi? Şu yaşa geldi hala çalışır, emekli oldu mu, olabilecek mi? Bunları neden düşünüyorum; kendisi düşünmez. Benim düşündüğüme de bakmayın. Ben de kendi işimi düşünmem.

Ekmekçi'nin çalışması fırtınadır. Dur durak bilmez, gece yarısı, kar buz, fırtına demez. Durmadan haber çıkarır, yazı oluşturur. Not alır, telefon açar, sorar. Gider toplantı izler, grev izler. Oturur tuşlara parmaklarını değil de sanki canını çarpar gibi vura vura yazar. Makinesi yanar, Ekmekçi'nin parmakları da yanar. Ben derim, yana yana tükenmeye doğru giderken, çokları bilmez, çoğalır, yeniden yaşam kazanır. Benim Mustafa Ekmekçi arkadaşım ölse de ölmez, sevdiklerinin gönlünde yaşar.

(1994)

MUSTAFA EKMEKÇİ'NİN ARDINDAN1

Arkadaşım Mustafa Ekmekçi'yi buralarda herkes tanır mı bilmem? O bir gazeteciydi. Son yıllarda Cumhuriyet' te çalıştı. Bir gazetenin okuru da öbür gazetenin yazarını pek tanımaz. Ekmekçi yazılarında gerçeği özenle arar bulur, yazılarına yansıtırdı. Olayların ardını araştırır, mesleğinin kurallarına dikkat ederek yazardı. Tatlı bir dili, sıcacık bir anlatımı vardı. Herkesin bildiği, açık seçik sözcükleri kullanırdı. Sıkıyönetimli dönemlerde her ayrıntıyı açıkça yazamazsa bunları satırların arasına, cümlelerinin içine gömerdi. Anlaşılır mı, anlaşılmaz mı diye kaygı çekmezdi. Okurunun anlayışına güvenirdi. Bana sorarsanız, yazılarının satır arasına çok bilgi sığdırırdı. Zor dönemlerde kaytarmayı bilmezdi.

Onu 70 yıllık bir yaşamın sonunda yitirdik. Yüreğinden hastaydı. Ciğerleri uzun yıllar taşıdığı yüklerden ötürü yorgundu. Türlü çeşitli karşıtlarınca kuşatılmış laik, sosyal, insan haklarından yana, demokratik cumhuriyeti, onun kurumlarını, kurucularını her koşulda savundu. Yaşamını, sağlığını yakından bilenler onun gene de iyi yaşadığını düşünür.

Pek çok okuru gibi ben de Ekmekçi'nin yazılarını kestim sakladım, zaman zaman açıp yeniden okudum. Son yıllarda bunlardan seçtiklerini kitap yapıyordu. Bu yazılarda, insan hakları yönünden kıyım görenleri, cezaevine, tutukevine düşenleri, çoktan beri arkasız kalmış öğretmenleri, acımasızca kıyılmış Köy Enstitülüleri, işçileri, emekçileri sürekli savundu. Telefonu durmadan işlerdi. Kendisine yollanan mektupları posta kutusu almazdı. Taraflı bir yazardı, ama tek taraflı değildi. Kendine, mesleğine, okuruna saygısı atbaşı giderdi. Bir gazeteci olarak görevini tam yapabilmek için ansiklopedi, sözlük karıştırır, belge inceler, kılı kırka yarardı.

Onun önemli özelliklerinden biri de, halk diline ve dil devrimine yaslanan Türkçeyi başarıyla kullanmasıydı. Kuytularda kalmış halk deyimlerini, ninelerin dedelerin güzel sözlerini bulur, yazılarının uygun yerlerine döşerdi. İnsan ilişkileri yönünden kusursuz derecede özveriliydi. Kemal Paşa başta olmak üzere Kurtuluş Savaşçılarına karşı derin saygısını dile getirirdi. Köy Enstitülerini anlatırken yalnızca Hakkı Tonguç'u değil, İsmet İnönü'yü, Hasan Ali Yücel'i saygıyla anardı. Bu tutumunu çok severdim. Kimi zaman kendi anasından, kardeşlerinden açarak köy kadınlarının, kızlarının verilmemiş eğitim ve insanlık haklarını savunurdu. Susuz kalmış otun, kuzunun, yolda kalmış yolcunun acısını yüreğinde duyar, okurlarına duyururdu. Ankara, İstanbul gibi büyük merkezler dışındaki kültür toplantılarına katılır, duyulur duyulmaz bir sesle dinleyenlerin kafasına, yüreğine işleyen konuşmalar yapardı. Hiç bağırıp çağırmazdı. Gücü sesinde değil, seçtiği değerli sözlerde parlardı.

Bilmem kaç yıl Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin genel başkanlığı görevini yaptı. Bu çabalarıyla sadece meslekdaşlarının değil, pek çok gencin önünde bir erdem anıtı olarak yükselir.

Örselenmiş yüreğinin yanı sıra ciğerlerinin de yetmezliğe düşmesinden ötürü sayrılarevine yattığını duyunca yanında olmayı isterdim. Kendisiyle kırk yıldan fazla acı tatlı günlerimiz oldu. İki buçuk lirayı bölüşüp taşıt parası yaptığımız günleri unutamam. Bu anıların bir bölümünü özyaşamımda belirtmeye çalıştım. Cumhuriyet düşmanlarının, kökten dincilerin, çevre düşmanlarının, şu yenmez, bu içilmez diyenlerin bağnazlığına karşı mertçe savaştı.

Onun özellikleri, iyilikleri anlatmakla bitmez. Yeni kitabı "Öksüz Yamalığı" elimden düşmüyor. Birbirinden güzel kitaplarının sayısı yediyi sekizi buldu. Kırk ambar denilen türden kitaplardır bunlar. Er geç, herkesin bir gün çekip gideceği bu dünyada önemli olan sanırım şu kadar yıl, bu kadar yıl yaşamak değil, nitelikli yaşamak, topluma, halka, insana, çevreye yararlı işler başarmaktır değil mi? Dostum Mustafa Ekmekçi tastamam bu insanlardandı.

  • 1. Oberpfälzer Exprees, 21 Mayıs 1997, Duisburg-Almanya