Güle Güle Mustafa Ekmekçi

Ertuğrul Kürkçü

Bir "yazar" için önemli olan ne olabilir? Herhalde her şeyden önce "fikirleri" ve "eserleri" olmalı bu sorunun standart cevabı. Öyleyse, yaşayan Mustafa Ekmekçi bugünün okur yazarları için neyi ifade ederdi? Acaba, Mustafa Ekmekçi adının okuma yazmayı 1980'lerin ikinci yarısında henüz sökmüş genç kuşak için bir bağlama hiç olmuş muydu?

1980'lerin devrimsiz ikliminde süregiden retorik tartışmalarda Mustafa Ekmekçi, "taraf" ların ön saflarında çarpışanlardan biri olarak kimsenin dikkatini çekmez miydi?

Genç kuşak bir yana, gazeteciliğe başladığı günden beri onu okuyagelen hatta, yazılarının tiryakisi olan orta yaşlılardan ve daha yaşlılardan Ekmekçi adıyla özdeşleşen bir tez, bir pozisyon,  bir yaklaşımı özetle dile getirmeleri istense kaç cümle kurabilirlerdi?

Ama, Ekmekçi'yi, bu Ankaralı eski tüfek "gazeteci - yazar" ı kaybedişimizin üzerinden bu kadar gün geçtiği halde hepimizin burnunun direği hâlâ sızlıyorsa, neden? Neden, onun öldüğünü işittiğimizde çoğumuzun dudaklarından zaten bir "aaah" dökülmüş olabilir?

Ekmekçi'nin ardından "anlamlı" ve "önemli" cümleler kurmak ihtiyacı duyanlarımız buna başka başka yanıtlar verebilir. Kimbilir, kimi hastane yareni "sayrıevi" demeyi tercih eden bir öztürkçeciyi yitirdiğine yanıyordur, kimi bir "Kemalist çınar" daha gitti diye, bir başkası bir "köy enstitülü" yazarı daha kaybetti diye üzgündür. Hepsi çok samimi de olsa, dolayımlı ve uzaktan hissedilen bu duygular hiç kimsenin canını kendi sandığı kadar yakmaz aslında. Hiç kimsenin sırf bu nedenlerle, ta içi acımaz.

Geriye dönüp baktığınızda Ekmekçi bir romantik kalem savaşçısı, sağda ve solda kimi parlak örnekleri bulunabilen bir yaman polemikçi, bir söz ustası gibi de gözükmeyebilir çoğu kişiye. Peki neden düzgün bir Türkçe'yle yazılan dümdüz yazıların yazarının aramızdan ayrılışı hepimizi böyle yaksın?

Belki de bu sorunun cevabı, Mustafa Ekmekçi'nin yumuşak ve köşesiz dilinin, güleç yüzünün, ilk bakışta kavramaya çoğu kişi için zorlaştırdığı duruşunda yatıyor. Biz o duruşu seviyorduk. Yazdıkları ve söyledikleri kadar, yazmadığı ve söylemediği şeyler için de seviyorduk Mustafa Ekmekçi'yi. Onu daha çok 12 Mart'ta ya da 12 Eylül'de, en çok da hem 12 Mart'ta hem 12 Eylül'de hapis yatanlarımız sevmiş olmalı… Bir de onların yakınları.

Belki hiç iyi gün görmedi bu ülke kurulduğundan beri, ama Türkiye'nin çivisi asıl,  peş peşe iki darbeden sonra çıktı. İnsanların hayatta nerede durduklarına ilişkin bütün referanslar bu iki darbe döneminde birbirine girmedi, at izi, it izine bu son 25 - 30 yıl içinde karışmadı mı? Tanklar köşe başlarını tutar tutmaz, hayatın nispeten daha sancısız yürüdüğü günlerde verilen sözler, bağlanılan değerler, edilen yeminler, seçilen yollar sahiciliğini yitirmedi mi?

Demek ki, Mustafa Ekmekçi'yi bizim için değerli kılan onun kendi köylüce yalnızlığı içinde hep sahici kalmayı başarmış olmasıymış. Aslında o hep aynı Mustafa Ekmekçi'ymiş. Ama, onun, parlak sözlerin, parlak vaatlerin, cerbezeli kişiliklerin geçer akçe olduğu günlerde pek de dikkati çekmeyen yalnızlığı, sorulara "evet" ya da "hayır", "siyah" ya da "beyaz" diye tek anlamlı cevaplar vermenin kaçınılmaz olduğu koşullarda bir cevher gibi parladığı için severmişiz meğerse Ekmekçi'yi.

"Koca Çınar" ların, kütük gibi sus pus kesildiği, "büyük bilge" lerin bilmezden geldiği, ince tahlil ustalarının elifi mertek sandığı, günlerde Ekmekçi basit sorulara basit cevaplar vermeyi bildiği için değerliymiş.

Hayat darbe günlerinde sorusunu basit ve yalın bir biçimde getirmiş koymuştu bütün yazarların önüne: "Hapisteki devrimciyi savunacak mıyız? Ekmekçi de bu soruya hem 12 Eylül'de, hem 12 Mart'ta basit bir cevap verdi: "Evet!" Bazen Esop'un diliyle, küçük kızlarının ağzından verdi yanıtını, ama zamanın getirip önüne koyduğu sorular yanıtsız kalmadı hiç. Bazen doğrudan yapamadı işini, ama "satır araları" na gizledi yanıtlarını hapishaneye el altından pusula ulaştırır gibi. O yüzden başkaları değil o okundu. O sevildi. "Yasak"  kelimeleri telaffuz etmenin bir yolunu bulan, kalemiyle Babıali'nin cephe gerisinde bir tür gerilla savaşı sürdüren ve gedikler açmanın yolunu bulan oydu. Oğulları, kızları için hapishane önlerinde dövünenlere bir "toplumsal teselli" yolu açan, onlara acılarını utanç değil övünçle yaşamaya, yere düşene "gül" fırlatanları ayıplamayı bir köy öğretmeni gibi ilk öğreten oydu.

O yüzden çok üzgünüz, Mustafa Ekmekçi'yi kaybettiğimiz için. Yaşasaydı, darbeci paşalara yuh çekmezdi belki; ama onların içeri tıkacağı devrimcilerin yanına gene gelirdi, bu kesin. Başka  kim gelirdi?

Öküz, Haziran 1997