Mustafa Ekmekçi'yle beraberliğimiz belli bir yayın kurumunda değil, gazetecilik aleminin geniş yapısı içinde oldu. En çok da Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin kapsamında. Benim Ankara'daki sık sık kesilen yaşam günlerimde zaman zaman bir araya gelirdik. En ciddi sorunları gevrek kahkahalarıyla süsleyerek, hiçbir kızgınlık işareti göstermeden tartışır, değerlendirirdi. İnançlarından ödün vermeyen, kalemini satmayan biriydi. Bu yüzden çoğu kez konumuz basın dünyasındaki yozlaşma üzerinde yoğunlaşıyordu. Bazı düşünceleriyle uyuşmayabilirdiniz; ama temel ilkelerine katılmamak mümkün değildi.
Kendine özgü savaş alanları da vardı. Köy Enstitüleri konusu bunların başında gelir. Demokrasimizin ilk kurbanlarından olan Köy Enstitüsü mezunu öğretmenleri savunmayı ilke edinmişti. Kısır siyasi tartışmalarımız arasında neredeyse tamamen unuttuğumuz bu davayı o kadar tekrarlamıştır ki, hepimiz onun da bir Köy Enstitüsü mezunu olduğunu sanırdık.
1980 başında bir askeri darbenin geleceğini bilmeyenin kalmadığı, sadece gününü beklediğimiz dönemde, güncel sorunlar içinde ele almadığımızın kalmadığı bir gece sohbetinde, bu konudaki bilgisinden yararlandığımı anımsıyorum. Eğitimin sorunlarını üniversite düzeyinden aşağı indiremiyorduk. Belki biraz lise ile orta eğitimle ilgiliydik ama doğrusu ilk öğretim pek aklımıza gelmiyordu. Köy Enstitüleri sorununun ilk öğretim davası olduğunu ve asıl eğitimimizin temelini oluşturduğunu ondan öğrendiğimi itiraf ederim. İmam-Hatip Okulları'nın amaçlarından saptığını ve ilk öğretimi yozlaştırdığını geç farketmemiz bu yüzdendir.
Köy Enstitüleri projesi, kurucusu Hasan Ali Yücel'in belirttiği gibi, Cumhuriyet Devrimleri'nin "Kemalist Gençlik" yetiştirme çabasının ürün vermesinin ardından, çağdaş eğitime tarihi boyunca hiç nail olamamış kırsal kesime sıranın gelmesinin sonucunda belirdi. Hedef "Halk Aydını" yetiştirmekti.
Kurtuluş Savaşı'nı kazanıp her alanda tam bağımsızlığını elde eden Türkiye'nin diğer sömürgeleşmiş uluslara örnek olmasından endişe edenler, uzun süre cumhuriyet rejimine karşı olumsuz tutumlarından vazgeçmemişlerdi. Yıkılmış ve hiç bir temeli bulunmayan Türk ekonomisinin güç kazanması için ambargo niteliği taşıyan bir uygulama, sistemin çökeceği beklentisi içinde sürdürüldü. Kaynakları son derece sınırlı olan ve bütçesinin büyük kısmını ulusal savunmaya ayırmak durumunda bırakılan Türkiye, buna rağmen çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmanın vazgeçilmez koşullarından olan sanayileşmeye girişti, önemli adımlar da attı. Gelgelelim ülkenin o dönemde büyük gelir getiren ne petrolü, ne turizmi, ne de yurtdışında çalışıp döviz yollayan işçileri vardı. Hatta tek ihracat malı olan tarım ürünleri de (tütün, incir, üzüm...) donmuş rakamları aşamıyordu.
Dünyanın zengin ülkelerine kafa tutan bir politika izleyip kendi kaynaklarıyla kalkınmayı amaçlayan Türkiye'nin, Atatürk'ün daha 1922 Mart'ında "Gerçek üretici olmakla ülkenin hakiki sahibi ve efendisi" ilan ettiği köylünün üretiminden başka dayanağı yoktu. Siyasi bağımsızlık savaşını kanıyla gerçekleştiren köylü, ekonomik bağımsızlık savaşının da maliyetini yüklenmek durumundaydı. Anadolu'nun en uç köşelerini demiryoluyla uygarlığa bağlama çabaları örnek çiftliklerle hem tarım hem de hayvansal verimin artırılması girişimleri bu yükü kolaylaştırmanın ilk adımları oldular. Ancak köylünün daha büyük bir hızla çağdaşlaşmaya yönelmesi, binlerce yıldır hiç düşünülmemiş olan eğitilmesini zorunlu kılıyordu.
Okul yapmak için parası, gerekli on binlerce öğretmeni hemen yetiştirmek için de parası kadar zamanı da olmayan ülkenin kendisine özgü sorunları da vardı. Şehir öğretmen okullarından mezun olanların sayısı sınırlıydı ve içlerinde köye yerleşmek isteyeni yoktu. Bunlar köy çevresinde ve köy yaşamında öncülük yapabilecek elemanları yetiştirmek için kurulmamışlardı. Kökeni köylü bile olsa, bir kere şehir yaşamına alışan öğretmen adayları bir daha köy yaşamına kolayca uyamıyorlardı. Bu saptamaların ışığında yeni bir tür eğiticiye gerek görüldü:
- Köye öğretmen yetiştirecek okullar, köy yaşamını -uygar koşullar içinde, fakat en basit araçlarla- devam ettirmeliydi.
- Bu kurumlara, köyde ilk öğretimini tamamlamış olan çocukları alıp gene köye, mümkünse kendi köyüne, öğretmen olarak vermeliydi.
- Köye gidecek öğretmen yalnız okuma yazma öğreten bir insan olmakla kalmamalı; köy yaşamının gerektirdiği işlerde rehber olacak bilgi ve maharetle donatılmalıydı. Köy içinde yaşamasına yarayacak araçlar sağlanmalı ve bu en az masraflı bir surette verilmeliydi.
- Devletin o dönemdeki olanaklarıyla yüz milyonlarca lira sağlamasının olanaksızlığı karşısında okulların yapımını köylü üstlenmeliydi.
Proje başarıyla uygulandı ve enstitülerden yetişen on binlerce öğretmenin çabaları sonucunda, 1938-39 ders yılında şehirlerde 500 bin, köylerde 300 bin öğrenici varken, 1954'de şehirlerdeki 560 bine karşılık köylerde 1,2 milyon öğrenici belirdi. Projenin bir diğer önemli yanı da dışardan kopya olmaması, toplumun kendi özellikleri dikkate alınarak geliştirilmiş olmasıydı. Bu konuda Kâzım Karabekir'in Meclis'te sorduğu soruya Yücel, "Bu bizimdir, kimseden almadık; başkaları bizden alsın" yanıtını vermiş ve yıllar sonra da Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) bazı üyelerine önerince övünçle göstermişti.
Ne yazık ki, büyük ölçüde özverilere dayanan ve başarıya ulaşan bu girişim demokrasi atılımımızın ilk kurbanı oldu. Her devrimin kaçınılmaz ardılı olan Restorasyon (Eskiyi canlandırma ve tabii aynı anda yenileri yıkma) akımı işe bu kurumu baltalamak ve yok etmek hırsıyla girişti... Başardı da... Tabii yerine hiçbir şey koyamadan ve cahillerin o boşluğu tekrar doldurmasına zemin hazırlayarak. Kurumu yok etmek için de Köy Enstitülüler, başta H. A. Yücel olmak üzere komünistlikle, ahlaksızlıkla ve akla gelebilecek her şeyle suçlandılar. İşin ilginci bu kampanyayı Devrimci CHP'nin karşıtları yürütürken, çok partili dönemin CHP'si de kendi geçmişini yerdiğinin farkına varmadan bu çabalara katkıda bulunmuştur. Açıkçası o şekilde yetiştirildikleri için hiçbir sorumlulukları bulunmayan genç ve idealist öğretmenler, neden öyle davrandıkları suçlamasıyla çamurlara batırılmışlardır. Hem de kendilerini savunma hakkı dahi tanınmadan. Böylece, dünyaya örnek gösterilmiş bir başarının coşkunluğunu, bilinçsizliğin uyandırdığı hayal kırıklığı izledi.
Ekmekçi, bu iki etkinin güçlü damgalarını kafasında taşıyordu. Tam olgunlaşmış ve kökleşmiş bir girişimi sıfıra indirmenin keyfini sürenlere karşı yazılarında aynı sınırsızlıkta bir yerici üslup kullandı. Hedefi sadece "yaptırmamak" olanlara karşı tabusuz bir girişimciliği savundu. Hasan Ali Yücel bile 1950 sonrasındaki yazılarında "Köy Enstitüleri olayında hatalarımız varsa düzeltilsin; ama ilkelerinden vazgeçilmesin" tezini ileri sürerken, Ekmekçi en küçük ödüne yanaşmıyordu. Domuz eti yenmesi ve Anadolu'da domuz çiftlikleri kurulması yolunda toplumumuzda kimsenin cesaret edemeyeceği bir kampanyayı yıllar boyu sürdürmesi ne bu ete özel bir ilgisi olduğundan, ne de bir çıkarı bulunduğundandı. Tabu icat etme meraklılarına karşı mücadele yöntemini böyle kurmuştu... Devrimciydi... Uyarılarındaki haklılık pek geç olarak, sekiz yıllık eğitim tartışmaları gündeme geldiğinde farkedildi.
O, toplumu için görevini inandığı doğrultuda, içtenlikle yaptı. Ödün vermedi. Üslubuna ve düşüncelerine katılmayanlar olabilir, ancak ilke sahibi kişiliğini kimse inkar edemez.