İnsan geçmişe bakınca, yaptıklarından çok yapmadıkları için "keşke" dermiş.
Lise yıllarından beri alışkanlığım. Her yıl bitiminde, yenisinin hemen başında, "Bu yıl neler yapmalıyım" diye sorar, kafa yorarım. Ertesi yıl bakarım, yapılanlar yapılamayanlardan çoksa, kendime bir selam çakarım. Arada böyle yıllar oldu...
Hatta birinde canım nara atmak istemişti, İzmir Bornova'nın bugün beton yığınına dönmüş ovasında, yanıma keyfimi de alıp ağaçların arasında kaybolmuştum...
Bu yılbaşının hemen sonrasında 1997'yi tartarken hayli zorlandım..
İki konuda "keşke" m oldu.
Keşke, Cahit Külebi'nin evine daha çok gitseydim. Ondan Karacaoğlan'lı, Anadolulu öyküleri daha çok dinleseydim.
Keşke, Mustafa Ekmekçi odama geldiğinde... Küçük bir olay anlatıp kahkahayı bastıktan hemen sonra, "Hadi sen yazını yaz" deyip usul usul odasının yolunu tuttuğunda... "Yok be abi, yazıyı az sonra yazarım. Sohbete devam edelim" deseydim...
Ne yazık ki yaşamda çoğunlukla, elde edilen, değer verilen olmuyor. Elimizdeki güzellikleri olağan sayıyoruz. Değerini, kaybedince anlıyoruz.
Ankara büromuzdaki bu yılbaşı şenliğinde Mustafa Ağabey de olsaydı. Gençlerimizden birini dansa kaldırsaydı. Takılmak isterdim:
"Abi iyi ediyorsunuz... dansı..."
Bütün bedeniyle güler sorardı:
"Senin hangi sözcüğü hangi amaçla söylediğin belli olmaz... Neyi iyi ediyorum?"
1996'dan 97'ye girerken 31 Aralık akşamüzeri Külebi'nin evine uğramıştım. "Uzun süredir yazmıyorum" diye başlayıp, yazmanın ona göre nasıl bir şey olduğunu kesik tümcelerle anlatırken keşke daha iyi öğrenci olsaydım..
YOLLARA MEYDAN OKURKEN...
Postadan çıkan yeni yıl kartlarını ikiye ayırırım:
"Elle yazılmış olanlar, yazı makinesiyle etiketlenmiş olanlar..."
Tabii ki böyle bir ayrım yapılamaz ama, sanki elle yazılmış olanlar dost, ötekiler protokol kartları...
Zaman zaman bu ayrım doğru çıkar...
İkinci sayfamızın "arada bir" yazarı, Cumhuriyet ailesinden Neşe Doster, yağmurda yürüyen bir delikanlı kartının arkasına şöyle başlamış:
"Yollara meydan okuyan..."
Devamında "abartizm sanatından" güzel örnekler vardı. Ama yukarıdaki ilk üç sözcük nasıl hoşuma gitti...
Aklıma ilk, 1998'de gitmeyi düşündüğüm yerler geldi. Kapıyı kapattım. Yeni oyuncağını kimseye göstermek istemeyen bir çocuk gibi dünya atlasını masaya açtım. Dolaştım da dolaştım...
Tasarlayarak yeni yerler görme düşüncesi onuncu yılını doldurdu. 1987'de İtalya'ya yarı resmi bir gezide üç gün gruptan ayrılıp Floransa'ya gittiğimde bu fikir kafamda şekillenmişti. Lise ders kitaplarımızın rönesans şehri, Michelangelo'nun, Galile'nin, Leonardo da Vinci'nin şehri Floransa'da, bir açık hava müzesini andıran sokaklarda dolaşıp Arno ırmağının üzerindeki köprülerden birinde hiç tanımadığım gençlerle aynı şişeden şarap içerken "Tamam" demiştim, "bunu hep yapmalıyım." Gençlerin arasından ayrılırkenki sevincimi hayal etmeye çalışıyorum. Sanırım, Arşimet hamamdan öyle çıkmıştır...
"Yollara meydan okumak" beni nerelere götürdü... Söz aramızda, ben atalarımızın, "Ömür biter yol bitmez" sözüne katılamıyorum. Bitmeyen bizim "yol" duygumuz.
İçimizdeki gitme duygusu olmasa, yolların bir anlamı olur mu?
Yazının başlığına dönersek... Doksan sekiz deyince, rahat duramadım. İlle bir yerinden oynayacağım. "D"nin yerine bir dizi harf aklıma geldi. Alfabenin ilk sıralarındaki harfler... Sonundaki "Y"... "N"yle daha iyi bir sözcük oldu sanki.
Ama kendimle sohbetimdeki "noksanlık" daha çok yapmak istediklerimden kaynaklanıyordu.
Dün sabah güneşli bir güne başlamanın keyfiyle kalkıp yüzümü vazodaki "kış güzeli" nergis demetiyle yıkarken kafamda yine bu duygu vardı...
İnsanın yapabildiklerinin yapmak istediklerini çoğaltması ne güzel...
Cumhuriyet, 4 Ocak 1998
Gündem