'Ankara Notları'nın Dostluğu

Ziya Mısırlı (Okuru ve Arkadaşı)

Ankara'ya gitmişken, Mustafa Ekmekçi ile tanışıp görüşmeden dönmek olmazdı. Yıllardır okuturum Cumhuriyet  gazetesini. Okuyucum yorulup esnemeye başladı mı: "Hele şu sekizinci sayfayı da bir çevir başka bir şey okutmayacağım!"  derim. Eğer: "Ne varmış bu sekizinci sayfada?"  diyen olursa: "Orada güzel ekmek yapan bir adam var. Bazen yerli ekmek bazen de has ekmek çıkartıyor; ona bakmadan, onu okumadan geçemeyiz"  derim.

Hoşuma gider Ekmekçi'nin anlatımı. Okuyucusunu ne yorar ne de sıkar; biraz ondan biraz bundan söz eder. Oynadığı top sahasının içinde hoplayıp zıplayarak, sağ gösterip sol gezdirerek gol atmaya çalışır toplumun kalesine. Oldukça ilgi çeker bu tarzı, alkışlanır sık sık. Gücenmezse eğer, usta bir nalbanta benzetirim ben onu. Eline geçirdiği hayvanın bacağındaki tırnağı yonttuktan sonra hem nalına hem mıhına vurmakla kalmaz; biraz kulağından biraz da kuyruğundan keser gösterişli olsun diye... Bu düşünler geçerken usumdan, sarıldım telefona:

"Alo! Ben, Köy Enstitülerinin temellerini atmış öğrencilerin arkadaşlarındanım. Fakir'i, Başaran'ı, Makal'ı, Apaydın'ı, Kıyafet'i tanırım. Sıra size geldi!" diyerek kısaca kendimden söz ettim. İnce, içtenlik dolu bir sesle yanıtladı dileğimi. Daha rahat bir söyleşide bulunmak amacıyla öğle yemeğine çağırdı bizi ertesi gün için.

Cumhuriyet  gazetesinin Ankara bürosundan içeriye girerken: "Bir selam verdim, Ekmekçi'yi borçlu çıkardım, buna ne hakkım vardı" diye düşünüyordum açıkçası. Kulağıma çarpan uğultulardan Ekmekçi'nin odasının kalabalık olduğunu anlıyordum. Kırk yıllık bir dost gibi adımla seslenerek çağırması gönendirmişti beni. Güçlü bir el sıkışıyla sarıldık birbirimize. Gözlerimin yapması gereken işi ellerim yüklendiğinden Ekmekçi'nin yüzünü gözüne parmaklarımla dokunmadan duramadım, huyum kurusun. Sanırım berberde unutmuştu saçlarını. Ekmekçi için, gözlerinin içi gülüyordu demek yeterli olmaz; fıldır fıldır dönüyordu demek daha doğru olurdu sanırım. Kısa bir söyleşiden sonra kitaplarımızı imzaladık birbirimize. O bana "Kılçıklı Balıklar" ı imzalarken "Sen beni az çok okudun, bense sana borçluyum" diyordu. Yanımda bulunan Işıksız Yaşantılar  ile Karanlığın Güneşi  adlı romanıma: "Güneşim dostlarımın yüreğidir..." yazmış, imzalamıştım.

Öğle yemeği sırasında kimsenin ayırdına varamayacağı bir gülücük oluştu dudaklarımda. Öyle ya, Cumhuriyet' in 13 Kasım 1988 tarihli dergi ekinde çıkan, Cezmi Ersöz'ün Son Yüzler  adlı kitabında da yer alan yazısından sonra birkaç yazar dostla tanışıp görüşüyor olmak içten içe mutlu ediyordu beni.

Bir ara nereden geldik bilmem "kör" sözcüğü üzerinde konuşurken bulduk kendimizi. Ekmekçi: "Efendim, geçenlerde Körler Okulu'na gitmiş, öğrencilerle söyleşide bulunmuştum. Yüzlerine karşı 'kör' sözcüğünü fazla kullandım diye öğrenciler bana darılmışlar. Daha sonra müdürleri konuyla ilgili açıklamalarda bulununca farklı bir açıdan algılayıp özür dilemek istemişler."

Ekmekçi'nin değindiği konuda ben de duyarlı olduğumdan, düşüncelerimi paylaşmıştım onunla: "Sevgili Ekmekçi, 'kör' sözcüğünü ben de sevmem. Yazılarımda bu sözcüğü kullanmamaya özen gösteririm. Özellikle yıllar önce Sayın Ömer Asım Aksoy'a, Türkçe Sözlük'te 'kör' karşılığı olarak 'görmez' sözcüğünü önermiştim. Sağ olsun sayın hocam bu dileğimi uygun görmüştü, ama halkın kafasından silmek, günlük kullanımdan çıkarmak kuşkusuz çok zor. Neyse ki sözcük kişinin yüzüne karşı söylenmiyor da, özellikle arkasından söyleniyor. Bu seslenişin acı gerçekleri arasında, 'yiğit lakabıyla anılır' deyiminin kolaycılığı da yatıyor? Özürlü ya da engelli kişi özürünü ve engelini zaten biliyor, acısını çekiyor, yaşıyor; karşısındakiler de bunu görüyorlar. Bu durumda yerli yersiz yinelemelerle engelli insanla toplum arasında kurulmasını istediğimiz iletişim daha başından engellenmiş olmuyor mu?"

Büyük bir dikkatle beni dinleyen Ekmekçi kadehlerimizdeki rakıları tazeledikten sonra coşkulu bir sesle:

"Kardeşim, bana da Kara Mustafa diyorlar!" dedikten sonra arkadaşım Zekiye Pervizat'a doğru eğilerek: "Allah aşkına ben o kadar kara mıyım?" demez mi, birden basıvermiştim kahkahayı.

"Sevgili Ekmekçi, sen bir kara rengin arada bir adının çevresinde dolaşmasına takılıyorsun da; ben kırk dört yıldır bu kara karanlığın içinde yaşayıp onu aydınlatmaya çabalarken; olur olmaz yerde, yerli yersiz bir biçimde adımın önüne 'kör' sözcüğü eklenmesine tabii ki karşı çıkarım" diyerek gülüşmüştük.

Ekmekçi, söyleşimizin burasında konuyu değiştirmiş, bir başka anısını aktarmaya başlamıştı bile:

"Efendim, bir zamanlar, yazarlığımın ilk dönemlerinde yani, Sait Faik Abasıyanık'la Nurullah Ataç'ın peşinde günlerce koşturdum. Onlar gider ben giderim, onlar durur ben dururdum. Bir türlü yanlarına yaklaşıp: 'Efendim, sizinle tanışmak istiyorum', diyemezdim. Sonra sonra bu tür sorunlar kendiliğinden çözüldü gitti. Bu yüzden olsa gerek büromun kapısını da gönlümün kapısını da her an açık bırakırım. Yolda bile olsa, benimle tanışıp görüşmek isteyen bir kişinin varlığını sezdim mi, ondan önce elimi uzatır kendimi tanıtırım. Hatta büromdaki sekreterime de; 'beni görmeye gelen kişileri sakın bekletme' derim. İsterim ki gelen kişi vursun tekmeyi, girsin içeriye. Söylesin ne varsa açık seçik. Burası doktor muayenehanesi, bakan odası değil ki! Cumhuriyet'in cumhuriyet vatandaşlarına bağrını açtığı; yine onların istek ve dileklerini ilgililere ve Türk ulusuna yansıttığı bir kurum, bir ana baba ocağıdır. Yeter ki gelen kişi yalandan, sahtekarlıktan uzak olsun, gerçekleri anlatsın. İçtenlikle dinler, ilgilenirim."

Ekmekçi coşmuştu. Anlatıyordu hiç durmadan. Anlattıkları, dinleyicileri için fırından yeni çıkmış taze ekmekler gibiydi.

"Efendim! Ha, durun bakın size şu 'efendim' sözcüğünün anısını da anlatayım da gülün biraz. Kızım ilkokula başladığı sıralarda, nereden diline takılmışsa takılmış, ben ne söylersem: 'hı.. hı.. hı..' diyordu. Bir gün dayanamadım: 'Kızım, hı-hı-hı denmez; 'efendim' denir diyerek çıkıştım ve onu da alıştırdım efendim sözcüğüne. Sen misin alıştıran, bir gün öğretmeni sınıfta ders sırasında 'hı... hı' diye yanıtlar verince çocuklara, bizimki dayanamayıp ayağa kalkmış: 'Öğretmenim! Hı, hı denmez, 'efendim' denir' deyivermiş."

Birlikte  gülüştük Ekmekçi'nin anlatımına. Sonra ben ekledim:

"Aziz Nesin 'Şimdiki Çocuklar Harika' derken haklıymış. Bizim öğrencilik yıllarımızda böyle bir uyarıda bulunmak, büyük bir yüreklilik isterdi." Ekmekçi:

"Efendim! Hay Allah! Bugün çok kullandım bu sözcüğü. Sanmıyorum;  ama belki de içinizden: 'Efendiler yesin senin efendini' diyorsunuzdur. Yok yok, belki de İstanbul'dan geldiğiniz için sizlere böyle sesleniyorumdur. Eskiden gerçek efendiler İstanbul'da bulunurmuş; şimdi parmakla göstermek bile güç oldu ya..."

Konuyu değiştiren Ekmekçi konuşmasını sürdürdü:

"Geçen gün bizim Ahmed Arif'e rastladım. Kendisi komşumdur. Aynı mahallede otururuz, ama arada bir sokakta karşılaşır, selamlaşırız. Geçenlerde: 'Nasılsın Arif?' dediğimde, kendine özgü yarı sert, kalın sesiyle: 'İyiyim diyenin, avır avır avırdına!..' demez mi. Hatta nokta noktaların boşluklarını da bir güzel doldurarak. Gülerek ayrılmıştım. Şimdi konuyu önüme gelen dostuma aktarıyorum. Özellikle benden siyaset ve ekonomiyle ilgili açıklama bekleyenlere. Gerçekten de toplum içinde 'iyiyim' diyebilen kaç kişi çıkar bilmem."

Sandalyelerimizden kalkıp, paltolarımızı giymeye hazırlanırken:

"Bak arkadaşım! Karşıdan Uğur geliyor. İki çift söz edin de, dostluk kapılarınıza bir yenisi daha eklensin" dedi Ekmekçi.

Ekmekçi haklıydı, gerçekten de Uğur Mumcu ile tanıştırılmıştım. Sevindim. Duygulandım. Karşımda orta boylu, geniş omuzlu, dik başlı, derinden ve ciddi bakan, sakin bir adam duruyordu. On parmağımdaki on gözümün ilk izlenimleriydi bunlar. Arkaya taranmış yumuşak saçlarından okşayarak, yanaklarından öptüm büyük bir özlemle Mumcu'nun. Kafası olaylarla, olayların arkasındaki gizlerle dolup taşan, yazılarında olduğu gibi kesip biçen, sorunlara yaklaşımında bir yargıç titizliği gösteren karşımdaki adam değildi sanki. Büyük bir sevecenlikle, sakin sakin konuşuyordu Mumcu. Ekmekçi'yle benim gibi deli dolu bir hali yoktu Uğur Mumcu'nun.

Sevgili Mumcu ve Ekmekçi'den ayrılırken, gerçek dostlar kazanmanın mutluluğunu duydum yüreğimin derinliklerinde. Birbirine sıkıca yapıştırdığımız avuçlarımızı aşağı yukarı sallarken Ekmekçi:

"İnsanlar ağaca benzer. Ağaç, her bahar yeşerip meyve verebilmek için nasıl suya güneşe gereksinim duyarsa; dostluk ağacı da sevgiyle büyüyüp gelişir" diyordu.