Çığlık Çığlığa Bir Yurt Sevgisi

Erhan Karaesmen (ODTÜ Öğretim Üyesi)

Mustafa Ekmekçi'yi 1970'lerin hemen başında tanıdım. Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ)'ndeki çalkantılı bir dönemde "devlet üniversitesinde mütevelli olmaz. Çağdaş bir üniversitede öğretim üyeleri, demokratik ve akılcı bir yönetimi kendileri yerleştirebilirler" ilkesel kavramından hareketle, bir avuç genç hoca olarak başlattığımız bir hareketin coşkulu günleriydi. Bir taraftan 68 kuşağı gencecik çocuklar toplumsal politikayı da işin içine alan belki biraz hayalci, ama alabildiğine insancıl bir başka coşkunun içindeydiler. Birkaç yaş büyükleri genç hocaları olarak bizim mütevelli sistemine karşı ve çağdaş demokratik üniversite için yapmaya başladığımız çağrılar gençlerinki kadar yankılanamıyor ve geniş kamuoyuna yansıtılamıyordu. Basın ve yayın dünyasından da konuya gösterilen ilginin çok cılız olduğunu ansıyabiliyoruz. Böyle bir dönemde, öğretim üyelerinin kendi aralarında yaptıkları ve benim de konuşmacı olarak ortaklıkta gözüktüğüm bir toplantının çıkışında birisi beni yakaladı. "Ben Türk Haberler Ajansı'ndan Mustafa Ekmekçi. Beş on dakikanızı alabilir miyim? İçerde konuşmanızı da dinledim. Biraz daha geniş görüşme ve bilgilenme ihtiyacı duydum. Lütfeder misiniz?" Yaşça benden biraz daha büyük, sevimli bir esmerliğin içinden fırlayıp gelen, can bakışlı, dinamik bir uyanıklık taşıdığı her halinden belli olan birisi vardı, karşımda. Sonraları öğreniyorum ki basın dünyasında aslında benim yurtdışında olduğum uzun yıllar boyunca etkin işlere girip çıkmış ve bir hayli tanınan bir gazeteciydi. Ama ben adını duymamıştım.

Bir üniversitede henüz daha toplumsal herhangi bir ilgi ve tepki görmeyen, biraz da içe dönük olarak nitelendirilebilecek bir hareketin önemli bir aydın duyarlılığı olduğunu ve Türkiye'de benzer bir denemenin şimdiye kadar hiç yaşanmadığını savunuyordu, bu gazeteci. Bizim düşüncelerimize karşı tavrı dostane ve fevkalade yapıcıydı. Bizim, medya ve basın ilişkisi zaafiyetimizi hemen farketmiş olduğu için bu alanda ses duyurabilme konusunda tavsiyelerde bulunuyordu. ODTÜ çerçevesinde oluşan bu ilk tanışıklık giderek filizlendi, çok da geçmeden kuvvetli bir dostluk çemberiyle sarmalandı. 12 Mart 1971 geldiğinde olayı Mustafa Ekmekçi'yle dost kişiler olarak göğüsledik. Ekmekçi, olağanüstü bir girip-çıkma becerisiyle her kesimden ve her çevreden, o dönemin tabu çevreleri dahil, bilgi alabilen bir değişik gazeteci türü sergiliyordu. Ama asıl büyük özelliği aydın yurtsever kişiliğini sürekli gazeteciliğinin önünde tutup bilgi alırken insanlara hiç çekinmeden kendi düşüncelerini söyleyip eleştiriler getirebilme ve çıkış yolu tavsiyelerinde bulunabilme yolundaki korkusuzluğuydu. Mustafa'da yurt sevgisi adeta böğründen kopup gelen, alabildiğine içten ve organik bir duyguydu. Elbette bunun yanı sıra yurttaş sevgisi de ve her türlü sevgiler...

Bazen takılırdık kendisine: "Köylü cehaletinden gelen cesaretinle bir şeyler yapıyorsun; ama kafanı fena toslayacaksın bir yerlere." Köylü kökeniyle ilgili yapılan bütün şakalaşmalara, takılmalara olağanüstü hoşgörülü olup ayrıca karşılığında o da şehir çocuklarını belli etmeden "ti" ye alırdı. Ve aslında, bu cesareti elbette köylü saflığından ileri gelmiyordu. Yaratılıştan korkusuz bir adamdı. Ama, 12 Mart'lar boyunca sergilediği uygar ve vahşi cesaretin her ikisinin de kaynağında insan sevgisi, yurt sevgisi yatıyordu.

Mustafa Ekmekçi'yi, 70'li yılların ilk yarısında çok sık görür oldum. Tam kendi karakterine uygun, yürekli ve toplumcul bir basın hareketinin "Yeni Ortam coşkulu denemesinin" eksenindeydi. Müthiş bir gazetecilik yapıyor ve aynı zamanda cesaretini ve insan sevgisini bir araya getirerek inanılmayacak kadar çok üzüntülü, sıkıntılı insanın derdine koşuyordu. Eylem ve Özlem arka arkaya gelmişlerdi. Bir diğer sevgi dolu güzel insan Aldoğan, o dönemlere özgü uyanık öğretmen hareketinin oraya buraya koşuşan bir parçasıydı. İki çocuğuna titreyen iyi bir anneydi; ve de Mustafa'nın müthiş bir yandaşıydı. Sevgi ve akıl düzlemlerinde bu kadar güzel bir buluşmaya az rastlanırdı. Dostları olarak onların bu çok özel mutlulukları içindeki kaynaşmasını keyifle izliyorduk. Mustafa bu özelliğinin de kendisine sağladığı rahatlık içinde koşuşuyordu. Yeni Ortam  gazetesi, gazeteden öte bir şeydi, resmen ve alenen bir anti-faşist bayraktı. Bir dönem sevgili Uğur Mumcu da bu gazetenin teknik yönden fevkalade kırık dökük, haber almacılığı eksik-gedik ama salt yürekle döğüşen havasında bulunmuştu. Ancak geriye dönük Yeni Ortam  özgürlükçü ve demokratik özlemci flamasını ansıdığımızda Ekmekçi'nin onu bütün gücüyle sağa sola sallayarak taşıyan kişi olduğunu görüyoruz. Uğur bir taraftan, Mustafa diğer yandan tutuklanma ya da yeniden tutuklanma korkusu taşımaksızın her gün zehir zemberek döşeniyorlardı. Söyledikleri doğruydu. Birçok insanın düşüncesini ve duyumsamasını yansıtıyordu. Alabildiğine namuslu ve şanlı bir görevin yerine getirilişiydi.

Mustafa sadece satırların arasında estirip savurmakla kalmıyordu. Dara düşmüş bireylerin tek tek dertlerine de koşuyordu. Önceden tanımadığı ama namuslu olduğuna inandığı ve mağduriyetini gözlediği insanların dertleri için gidip kurmay başkanlarıyla, sıkıyönetim savcılarıyla, emniyet müdürleriyle, valilerle didişiyordu. Ve de epeyce bir kez sonuç da alıyordu. Daha kurumsal boyutlarda dert paylaşan çok sayıda insanın hüzünlü katılımıyla oluşmuş faşizm mağduru grupların dertlerine de sahipti ve çözülmesi için didinip duruyordu. Günümüzün "Cumartesi Anneleri" nin biraz daha kendi halinde, daha az medyatik bir aile yakınları dayanışması halkası 1970'lerin ilk yıllarında da oluşmuştu. Bu olayın Ankara'da kendini gösterişi "Mamak Cezaevi Kapısı'nda dertleşen anneler, babalar, ağabeyler, ablalar" biçimindeydi. Mamak Kapısı kendine göre bir toplumsal olaydı. Sevgili Mustafa cezaevi ile hiçbir aile yakını ilişkisi bulunmadığı halde tutuklu yakınlarının vazgeçilmez bir dostuydu. Grup halinde ve birey olarak, benliğinin adeta bir parçasını vererek bu insanların dertlerinin paylaşıcısı idi. İnsancıl ve pratik çözümler bulunması için o dönemin ali kıran-baş kesen'i askeri cezaevi yetkilileriyle gider konuşurdu.

Çok özel bir olaydaki alabildiğine insancıl, becerikli ve yol gösterici katkısı ise Türk toplum tarihinde ilk kez hazırlanan "Biz, aşağıda imzası bulunanlar..." çığlıklı dilekçesinin sahipliğini yapışıydı. Mustafa'nın bu öyküdeki benzersiz rolüne bu satırların  yazarı  tarafından  ölümünden  sonra  Cumhuriyet' te  yayınlanmış  ağıt yazısında geniş olarak yer verilmişti.

1970 ortaları ve sonrası, geniş kamuoyunun çok daha fazla yakından tanıma fırsatı bulduğu Cumhuriyet-Ankara Notları Mustafa Ekmekçisi Dönemi'dir. 70'lerin ilk yarısının askeri çıkışlı sertliği geride kalmıştı. Çok kısa bir sosyal demokrat koalisyonlu ve Kıbrıs çıkartmalı ulusal onur arayıcılığı ara dönemi yaşanmıştı. İnsanlar tam geleceğe biraz daha umutla bakıyordu ki bu kez Milliyetçi Cephe Felaketi ile toplum ufukları yeniden karardı. Ekmekçi'lere yeniden büyük iş düştü. Asker sertliği yaşanmıştı, ama o dönem komutanlarının düşünsel sertliğinin yanı sıra bir ölçüde belki kurumsal disiplinin de kaçınılmaz bir ürünüydü. Oysa MC ile sivil kafatasçı hoyratlığının filizleri atılıyordu ülkede. Bu uzun soluklu bir değerlendirmede çok daha sakıncalı ve vahim bir olaydı. Ucuz ve ilkel bir milliyetçilik ile dinsel bağnazlık el ele sokaklarda dansediyordu. Dönemin sivil umudu gibi gözüken (ki yılların akışı içinde bu gözükmenin çok aldatıcı ve boş içerikli olduğunu maalesef üzülerek ve de ağır bedel ödeyerek hep birlikte gözledik) kişinin topluma mal edilmesi yolunda Ekmekçi'nin geniş kitlelere çok rahatlıkla ulaşan yalın halk üsluplu anlatışı alabildiğine etkili oluyordu. Ekmekçi bu dönemde artık ünlü bir gazeteci, sol ve sosyal demokrat kesimlerin ortaklaşa güvencesi, önemli bir toplum adamıydı. Ancak, bu ünün getirdiği en küçük bir kasılma, kendini ciddiye alma söz konusu değildi. Yine korkusuzdu. Yine zemberekten boşanmış, kimsenin cesaret edemeyeceği sözleri isabetli bir mitralyözden fırlamışcasına yerine oturtuyordu. Basın davalarıyla, hakaret davalarıyla başı dertteydi; ama bildiği yoldan gidiyordu. İnsanların bireysel dertlerine koşacak vakti hala vardı ve bu zamanı yaşamının sonuna kadar da hep buldu.

Bu dönemde, Mustafa ile yirmi küsur yıl sürecek Yenimahalle seferlerimizi başlatmıştık. Aslında Cumhuriyet camiasına o dönemlerde ben de çok yakın düşmüştüm. Nadir Bey'lerin, İlhan Ağabey'lerin, Oktay Kurtböke'lerin dostane teveccüh gösterdiği, ara sıra yazarlıktan biraz daha ötede bir dost aydın muamelesi görüyor  ve  çok  mutlu  oluyordum.  Ankara Cumhuriyet' e de  zaman  zaman uğruyordum. Tipik bir sabah erkencisi olan Ekmekçi'yle bazen gazeteye henüz hiç kimse damlamamışken sevimli sabah söyleşileri koyultuyorduk. Cumhuriyet  camiası hem sosyal-entelektüel çevre olarak hem de namuslu, vicdanlı, uyanık yurttaşların özlem ve arayışlarının kristalleştiği bir odak bölgesi olarak Mustafa'yla dostluğumuzun gelişme çizgisinde sonraki dönemlerde de hep önemli bir rol oynamıştır. 1990'larda gazetede "harici ve dahili bedhahların" iğrenç bir işbirliğiyle, bir geri darbe gerçekleştiğinde bu güzel ve anlamlı kurumu kurtarmak için gece gündüz, yine Mustafa'yla omuz omuza döğüşmüş olmanın anısını kıvançla ve onurla hep taşıyacağım.

Ama 1970 ortalarına dönersek, Cumhuriyet' te çoğu kez sabah erken saatlerde ve bazen de akşama doğru, ama kısa kısa rastlaşmalar bizi kesmez olmuştu. Sadece dost olarak değil birbirini toplumsal gelişmelerden biraz daha ayrıntıyla ve yetkiyle haberdar etme gereği duyan sorumlu iki aydın kişi olarak sistematik biçimde, geniş zaman ayırarak, bir araya gelmekte yarar görüyorduk. O ünlü bir gazeteciydi. Kendi yönümden; ben de bir miktar politik çevrelere girip çıkmaya başlamış ve oralarda belli bir yere ve ağırlığa sahip bir adam oluvermiştim, rastlantılarla. Ortak yerde başkalarının dikkatini çekecek şekilde baş başa fazla gözükmek istemiyorduk. Yenimahalle'de kendi halinde lokanta-meyhane karışımı bir yer bulmuştuk. Bizi orada kimse tanımıyordu. Güler yüzlü çocuklar servis yapıyordu. Rahattık. Bir süre gidip geldikten sonra halimizden, etvarımızdan ve konuştuğumuz Türkçe'nin cinsinden bizim değişikçe adamlar olduğumuzu farkederek kim olduğumuzu biraz anlamaya çalıştılar, ama "Yaa, biz TRT camiasındanız, ayrıca da arka plandayız, önemli adamlar değiliz" diyerek geçiştirdik. Daha ayrıntıda öğrenme merakı da yıllarca gösterilmedi. Bu lokantada çok rahattık. Mustafa öğle rakısını içiyordu. Ben birayla yetiniyordum ve çok güzel şeyler konuşuyorduk. Bir kere, her şeyden önce, kuvvetli dosttuk. Ailemizden, çocuklarımızdan konuşuyorduk. Dostlarımızdan konuşuyorduk. Sonra tanıdığımız siyasilerden. Toplumun geleceği konusunda her zaman çok iyimser değildik, ama ikimiz de coşkulu mizaçlıydık. Daha güzel günlerin gelebileceği umudunu gönül ferahlığıyla taşımak istiyorduk. Ancak, küçük beceriksizlikler, minnacık sakarlıklar, perspektif ve hafsala darlığı, bir parça kültür noksanlığı, bireysel hırs ve kıskançlık gibi ayrı ayrı hiçbiri çok önemli gözükmeyen, ama ikisi üçü bir araya geldiğinde güzel işlerin yapılmasını zorlaştıran, toplumumuza özgü eksikliklerin ve açıkların bolluğundan endişe duyuyorduk. Politikada liderlerin çevre yaratma miyopluğu ve bu çevrelerdeki çabuk kirlenme, üzüntüyle izlediğimiz olgular arasındaydı. Ama asıl sıkıntımız kafatasçı faşizmin ortaçağsal dinsel ilkellikle kolkolalığı ve sözde liberal sağın salt iktidar hırsıyla, bu oluşumları kanadının altına alışından kaynaklanıyordu. 1970'lerden itibaren paylaştığımız bu endişeler, 1980'lerde de sürdü gitti. Yenimahalle'deki kalender ve güleryüzlü lokantada garsonlar değişti, kendi halinde başka çocuklar geldi. Bir ara aksi suratlı, 1980 usulu askerci ve ülkücü bir delikanlı da ortalıkta dolandı. Yaşımız biraz büyüdü. Mustafa daha az rakı içer oldu. Ama oradaki öğle buluşmalarımız seyrelse de devam ediyordu. Özalgillerin bu toplumu sürüklediği tüketimcilik humması, büyük kuşkuyla izlediğimiz ve hararetli öğle tartışmalarımızda yer alan bir başka konuydu. Tüketime müthiş bir gözü dönüklük içinde sarılmış Türk insanının gittikçe bireysel çıkarcılık ve toplumsal duyarsızlık batağına saplanışını üzüntüyle izlememek elbette elde değildi.

Giderek ardarda sağlık sorunlarımız kendini göstermeye başladı. Ben on yaş küçüğüydüm, ama ilk önce benim kalp damarım tıkandı. Kısa bir süre sonra Ekmekçi de yüreğinden "Uff" oldu. Dertleşme konularımızın arasına kroner sistem, kolestrol, sağlıklı beslenme gibi konular girmeye başladı. Yenimahalle'ye son bir gidişimizde baktık ki gündüz saatinde içki içmek artık içimizden gelmiyor, bu faslı artık kapatalım dedik. Üç yıl kadar önceydi. Bir daha gitmedik, oraya. Ancak, "yaa, bir buluşalım da Yenimahalle'ye uzanalım" deyişi aramızda dostluk buluşmalarının simgesel bir öğesi olarak yerini korudu.

Bir diğer simgesel çağrışım da ülkücü tepinmesinin rap-rap adımlarını uygar insanların büyük kitleler halinde, sakin ama heybetli yürüyüşlerinin durduracağına olan ortak inancımızdı. "Gel yaa, yürüyelim. Sokaklar aşınır mı aşınmaz mı bilemeyiz, ama toplu yürümek en güçlü tepkidir. Bu it sürüsünü ancak bu yolla sindirebiliriz, yoksa bunlar devletin içinden, MİT'lerin, siyasi polislerin bağrından nemalanıp oraları siper yaparak kuduruyorlar. Devlet eliyle bunların durdurulabileceğini düşünmek hayaldir. Ancak toplumun gücüyle önleri kesilebilir." düşüncesini 1970'lerde, 80'lerde ve 90'larda hep paylaştık, durduk. Cumhuriyet  söyleşilerimizde, evlerdeki ve diğer dost ortak çevrelerdeki rastlaşmalarda ve Yenimahalle öğlenlerinde...

Ölümünün birinci yılı yaklaşırken sevgili Mustafa'yı yine çok arıyorum. Dost kişi olarak, insan sevgisi dolu aydın kişi olarak ve hele hele yurt sevgisi denen duygunun ayaklanmış yürüyen bir örneği olarak, 1980'lerin 90'ların ünlü ve başarılı gazetecisi olarak, ama galiba her şeyden fazla 1970'lerin döğüşken Türk yurttaşı olarak.