Mustafa Amca

Emine M. Azboz (Edebiyat Öğretmeni)

O, benim "Mustafa Amcam" dı. "Amca"  diyorsam da, aramızda kan bağı olduğunu sanmayın. Kan bağım yoktu onunla, ama dostluk bağım, gönül bağım vardı. Mustafa Amca, seni önce yazılarından tanıdım ve sevdim. Düşüncelerimde yazılarından tanıdığım Ekmekçi'nin bir portresini çizdim, belleğime yerleştirdim. Basından tanıdığım pek çok ünlüden farklı değildin benim için. İlk anda farklı bir yere oturtmuştum seni nedense gönlümde. Yıllar yılı sürdü bu.

Yıllar sonra Ankara'ya atandım. Seni yakından tanımak istedim. Bu istekle adımlarım beni bir gün Cumhuriyet gazetesine sürükledi. Danışmadaki hanıma "Ekmekçi ile görüşmek istediğimi" söylediğimde, heyecandan kalbim duracak gibiydi, dizlerim titriyordu. Yıllardır yazılarından tanığım, dost olduğum büyük gazeteciyi sonunda görecektim. Danışmadaki hanımın arkasına düşüp, odana yöneldiğimde yüreğim küt küt atıyordu. Düşüncelerimde yıllardır var olan "Nasıl biri?" sorusuna, sonunda cevap bulacaktım.

Gazete'de koridor boyu geçtiğimiz pek çok odanın kapısı kapalıydı. Hanım, beni kapısı ardına kadar açık bir odaya götürüp, geçmem için yana çekildi.

Odaya girdim. İçerde pek çok insan vardı. "Bunların hangisi o" diye etrafıma ürkek bakarken, heyecandan kısılmış bir sesle "Ekmekçi'yle görüşmek istiyorum" dedim. Oturanlardan yaşlı, esmer, ufak tefek, kel kafalı, beyaz saçlı bir bey ayağa kalktı. Gülümseyerek elini uzattı ve "Buyrun ben Ekmekçi" dedi. Tokalaşırken kırk yıllık dostum gibi yanaklarımdan öptü. Sıcacık, dostça bir öpüştü bu. Sıcacık bir karşılamayla başladı bizim şahsen tanışmamız.

Konuklarıyla gülümseyerek konuşuyor. Konuşurken bir yandan da - daha sonra "Akıl defterim" dediği - küçük bir deftere not alıyordu. Konuşmaktan daha ziyade dinliyor, bir yandan da yıllardır hayalimde yaşattığım Ekmekçi'yi inceliyordum: Tertemiz, sıradan şeyler giymişti. Oysa ben onu ne kadar da farklı düşünmüştüm. İnsanı derinden saran sımsıcak, kısık bir sesle, içten ağır ağır konuşuyor, arada sırada gevrek gevrek gülüyordu. Masasının yanı başında beyaz bir bez torba dikkatimi çekti. Tıpkı çobanların azık torbası gibi. Daha sonraları bu "torba çantayı" taşımayı Avrupa'da adet edindiğini, çok pratik olduğunu anlattı. Beyaz torba çantaya, beyaz köylü kasketi de pek yakışıyordu hani. "Bir yanımız hep köylü" derdi zaman zaman konuşmalarımızda.

Dikkat ettim, oturduğum süre içinde odanın kapısı hiç ama hiç kapanmadı. "Merhaba Ekmekçi, Sevgili Ekmekçi, Sayın Ekmekçi, Dostum" diye hitap eden, güleç yüzlü, sevecen insanlarla dolup taştı. Burası bir gazete odası değil de Mevlevî Dergâhı gibi geldi bana. "Mevlana Türbesi, buraya mı taşınmış ne?" diye düşünmekten kendimi alamadım. Her geleni, kim olursa olsun aynı içtenlikle karşılıyordu. Onun yüzünün rahat ifadesi, sevecenliği, insana yabancılığını unutturuyor, kırk yıllık dostmuş hissini veriyordu. Anadolu köylüsünün doğallığı, rahatlığı, tevekkülü sinmişti ona. Bu haline bakıp kimse aldanmamalı. Zira o, güçlülerin yıldıramadığı, kötülüklerle, haksızlıklarla mücadele eden, bir mücadele adamıydı. Vurduğu yerden ses getirdiği bazı olayların canlı tanığı olmaktan da son derece mutluyum. Ekmekçi gibi dostu olmak, benim için hep gurur nedeni oldu.

Konuşmalarından, insanların gönlünden bir şey alıyor, bir şey veriyordu. Gönülden gönüle ince bir yol oluşuyordu kısacık sürede. Pınarın gözü gibi çağıl çağıl bir dostluk akıyordu ondan bana, benden ona.

Bu arada ardı arkası kesilmeyen telefonlar. Dikkatle telefonlara cevap veriyor, notlar alıyor, konuşuyor, konuşuyordu. Kısa süre içinde pek çok insanın derdine derman olmaya çalıştı. Öneride bulundu. Onlar için, hem konuklarını ağırladı, hem de sorunlarını çözmede yardımcı olmak için sağa sola telefon etti. Yaşlı adam, insanlara yardım ettikçe daha da gençleşiyor, dinç görünüyordu. Oysa ne kadar hasta olduğunu daha sonra öğrendim. Bu yoğun çalışma temposuna nasıl dayanır, bu yorgun hasta beden? Nerden alır bunca gücü? Yaşamın direnç telini bu denli kavi yapan yüreğindeki insan sevgisi miydi Mustafa Amca?

O gün, dinleyici durumunda kaldım çoğu kez. Ne çok şey öğrendim bu kısacık zaman dilimi içinde. Nasıl oldu bilmem, bir ara konuşmaya katılmak için ağzımı açtığımda, ağzımdan "Mustafa Amca" sözü fırlayıverdi. O an başını akıl defterinin üzerinden kaldırdı, yüzüme dikkatle baktı ve "Konyalı Kız, ben o kadar yaşlı mıyım?"  diye serzenişte bulundu. Güldüm ve "Hayır, kafa koçanına değil, gönüle bakarsak, siz çok ama çok gençsiniz. Ama içimden öyle geldi, ne yapayım? İzin verirseniz, bundan böyle size Mustafa Amca demek isterim" deyince, oradakilerle beraber o da güldü. Yüzünde sevecen bir ifade vardı. Engin hoşgörüsü içinde "Mademki içinden geldi, öyle söyle. İçten ol. Bu seni, sen yapar" dedi. O andan sonra, o benim "Mustafa Amcam" oldu hep.

Çam sakızı gibiyim. Çam sakızı kolay kolay çıkmaz yapıştığı yerden. İnsanlarla kolay ilişki kurarım, ama kolay kolay dost olmam. Geç ama güçlü bir bağ oluştu Mustafa Amca'yla aramızda.

Sözünü sohbetini özlediğim, başım dara düştüğü zaman hiç çekinmeden, randevu almadan gazetede ziyaretine gittim, evini telefonla aradım. Her zaman sevecen ve yardıma hazırdı. "Hiç yorulmaz mı?" diye düşündüğüm olmuştur çoğu zaman. O bir gönül adamıydı, bir insandı. O da yoruldu her insan gibi. Bir gün  onun yorulduğunu gördüm. Bana kefir getirdiği gün. Merdivenleri zorlukla çıkıyordu. Yüzü daha da esmerleşmişti. Güçlükle nefes alıyordu. O zaman hasta, hem de ciddi ciddi hasta olduğunu anladım. Dostum adına üzüldüm. Teselli bulduğum bir yönü de hayata sımsıkı bağlılığıydı.

O verdiği sözü tutardı her zaman. Verdiği sözü tutmadığına hiç tanık olmadım o güne kadar. Bayramda bana verdiği sözü tutamadı sadece. Sana kırgınım Mustafa Amca. Yakışmadı sana bu.

Bayramda telefonla konuştuk. "Gelip çay içmek istediğini" söyledi. Evimde oturacak yer olmadığından, isteğini yerine getiremedim. Çok üzgündüm. Bunun üzerine "İzmir dönüşü görüşelim. Çok özledim." diyerek, kapattı telefonu. Bir hafta sonra görüşecektik İzmir dönüşü. Ne yazık ki o İzmir'e gidemedi, gidip dönemedi. Televizyonda bir alt yazı geçti "Cumhuriyet gazetesi yazarı Mustafa Ekmekçi yoğun bakıma alındı."  Önce anlayamadım. Sonra ayırdına vardım alt yazının. Gözlerimden yaşlar süzülürken "Bana söz vermiştin. Sözünü tutmadın." diye düşünürken, bir yandan da evi aradım ki televizyondaki haberi yalanlasınlar diye. Ama ne çare, haber doğruydu. Yaşlı dostum, çok hastaydı.

Ben, çok erken yaşta sevdiklerimi teker teker kaybettim. Kaybetmenin acısını çok iyi bilirim. Ama yine de yokluğa alışılmıyor, acıya dayanılmıyor. Çünkü ateş düştüğü yeri yakıp kavuruyor. Dostumu kaybetmek beni çok ama çok üzdü.

O günden sonra bir süre gazeteye hiç uğrayamadım. Bir gün uğradım aylar sonra. Kapın kapalıydı Mustafa Amca, hem de sımsıkı kapalı. İçim burkuldu. Yaşadığı süre içinde Mevlana Türbesi gibi her gelene açık olan kapı, bugün sağırdı, dilsizdi. Odan öksüzdü. Dostların gibi... Seni çok arayacağım Mustafa Amca çok. Yokluğuna alışamadım gitti.