Halkın Ekmekçi'si

Erdoğan Kantürer (Köy-Koop Kırklareli Birliği Başkanı)

1960'lı yılların başı 27 Mayıs dönemi. "Demirköy İlçesi -Kırklareli- İğneada köy meydanına dört nala giriyorum. Kahvelerin önünde oturanlar; 'breh breh, ne kahraman atlıdır bu?!.' diye konuşmaya başlamışlar. Tam kahvelerin önünde attan bir düştüm ki. Ha ha ha."

Ekmekçi'den dinledim bu öyküyü, Istrancalar'da yağmurlu bir akşamdı. Kendilerini bir şey sananlara inat alay ediyordu kendi özüyle. Elbetteki sıradışı bir insandı Ekmekçi, bir peygamber. Mustafa Peygamber, neden olmasın, halkına sıcak ve pişkin ekmekler sunan.

İlk tanıştığımızda, Sabahattin Ali'nin ölüsünün bulunduğu yöreleri sordu bana, anlatıyorum:

"Oralarda baharda bir çiçek açar, yaban lalesi; ama ben 'Sabahattin Ali Lalesi' diyorum. Ku...."

Ağzımdan sözü alıyor: "Kurumuş kan renginde değil mi?" diyerek tamamlıyor diyeceğimi. Sabahattin Ali Laleleri'nin kurumuş kan renginde olduğunu nereden biliyor?!

Mamak Cehennemi'nde - 1980/1981- o kadar akortsuzdu ki ortam, o kadar moral yoksuluyduk ki, öyle habersizdik ki, anlatması çok zor... Ekmekçi'nin yazılarının çıkacağı günleri iple çekerdik. Yazıları umudumuzun ekmeği idi; taze, sıcak ve pişkin...

1991 genel seçimlerinde Cevdet Kocaman - SHP Edirne milletvekili aday adayıydı. Enez SHP ilçe yönetimi Cevdet'le görüşmeye geldiler ve dediler ki;

"Biz ilçe yönetimi olarak sizi desteklemeye karar verdik."

"Neden?" diye sordu Cevdet, tanımıyordu gelenleri.

"Ekmekçi'nin köşesinde adınız geçti, bu referans bize yeter."

Cevdet o seçimlerde en çok oyu alarak -tercih oylarıyla- dördüncü sıradan birinci sıraya yükseldi.

Evet yazılarında isimlere en çok yer veren belki de Ekmekçi'ydi. Ama bunu hak etmeyen O'nun köşesinde yer alamazdı. Ekmekçi'nin köşesinde ismimin geçmesi birçok arkadaş gibi önde gelen onurumdur.

Bir dizi sorunlara karşın amatör bir girişimle sürdürmeye çalıştığımız 'ÇYDD Kırklareli Sabahattin Ali Kültür Günleri'nin en gönüllü destekçilerindendi. Etkinliklerde izleyicilerle iletişimi harikaydı, hele Mehmet Başaran'la kurdukları diyalog büyük bir beğeniyle izlenmişti.

8. Sabahattin Ali Kültür Günleri'nde (15.6.1997)'de aramızdaydı Ekmekçi, unutmadık iyiliklerini. Ahmed Arif'in "Kara" şiiriyle -bantta kendi sesiyle- başladı etkinlikler. Fotoğrafçı Ali Çıtak dia gösterisini Ekmekçi'ye adadı. "Köy-Koop Ekmekçi Onur Ödülü"  Sabahattin Ali adına kızı Filiz Ali'ye verildi.

Ankara'ya işim düştüğünde Ekmekçi'ye uğrar çayını içerdim. O küçücük odada kimlerle tanıştırmadı beni... Bu değerli insanlar; paşası, doktoru, büyükelçisi ve öğretmenler, sendikacılar, yurtdışı gurbetçileri Ekmekçi'nin odasında buluşur, deneyimlerini  aktarır  ve  yepyeni  düşünceler  üretirlerdi.  Evet  Ekmekçi'nin Cumhuriyet' teki bürosu bir düşünce üretim merkeziydi.

Bürosuna uğradığımda evine de götürürdü beni. Ekmekçi'nin evi uluslararası bir santral gibiydi. Bir telefon biter diğeri çalardı; Almanya'dan, Avustralya'dan gurbetçiler, yurtiçinden yazarlar, ozanlar daha kimler kimler Ekmekçi'ye değerli bilgiler ve haberler iletirlerdi. Ekmekçi'nin köşesi başlı başına bağımsız bir gazete gibiydi.

"Ekmekçi Gazetesi..." derdim gülerdi.

Neler öğrenmedik ki 'Ekmekçi gazetesi'nden. 'Ekmekçi gazetesi' taraf tutardı: Doğruların, dürüstlerin, aydınların, emekçilerin ve üreticilerin tarafındaki o zeki, yürekli Ekmekçi gazetesini araki bulasın artık.

Herkesin yardımına gönüllü koşan Ekmekçi kendi kızlarının iş bulmasına pek yardımcı olmadığını söylemişti "...kendi başlarına iş yapmayı öğrenmeleri daha sağlıklı bir yoldur, Erdoğan..." demişti. Ama şunu da eklemişti: "Ancak kızlarımın mutluluğu için her şeyi yaparım, her şeyi. Ne isterlerse sağlamaya çalışırım. Çünkü Onlar'ın mutlu olması benim yaşama amacımdır."

Eşi Aldoğan Hanımla kızı Özlem'i tanıdığımda tüm aile mutlu ve sağlıklı idi. Son yolculuğuna ÇGD önünden uğurlanırken alkışlar dinmek bilmiyordu. Ama bir yerde yoruldu insanlar alkışlayanlar azaldı. Ancak bir tek kişi alkışlamayı sürdürüyordu. Alkışlayanı aradım; başımı çevirdim ki Özlem'di!.. Tek başına sürdürüyordu babasını alkışlamayı. Hüznümü yüreğime akıttım. Ünal Başkur'a gösterdim:

"Zor iş be abi..." dedi.       

Daha sonra yeniden başladı o görkemli alkışlar.

Karanlığın erken başladığı bir mevsimde, kasvetli bir Ankara akşamında Mustafa Balbay'ı evine bıraktıktan sonra Ekmekçi'nin evine geldik. Kefir ve şarap içtik birlikte. O aralar kefir konusunu işliyordu. "Sana da kefir vereceğim, gel nasıl yapıldığını göstereyim." Mutfağa gittik, anlatıyor: "Kefir yaparken cam kap ve ağaç kaşık kullanılır. Yarım litrelik cam kavanoza yirmi derecede süt ve bir çorba kaşığı kefir tohumu konur. Oda sıcaklığında yirmi dört saat bekletilir. Peltemsi bir hale gelen süt plastik süzgeçten süzdürülür, kefir tohumu süzgecin üzerinde kalır, süzülen içilecek kefirdir. Meyve suyu -kayısı- ile kokteyl yapılabilir. Almanya'da profesörler her gün içiyorlarmış. Özellikle sindirim sisteminin düzenli çalışmasını sağlıyor, diğer sistemlerin de düzenli çalışmasına yardımcı oluyor..."  Ve kefirle ilgili daha bir sürü bilgi verdi, nasıl yapılacağına dair notlar aldırdı bana. "Kefir taneleri bölünerek çoğalacak, iyi insanlara verirsin." (Bu bilgileri arkadaşlarıma aktardım. Bir ara Ekmekçi'nin Trakya Kefir Bayisi gibi olmuştum. Kimlere verdiysem yararlı olduğunu söylediler.) İşte böyle; Ekmekçi'nin paylaşımcı bir mutluluğu vardı.

O gece saatlerce kefir, siyaset ve sanat üzerine konuştuk. Tren Garı'na gidecek otobüsün durağı evlerine yakındı. Otobüsü beklerken: "Erdoğan biliyor musun kefir içenler yüz otuz yaşına kadar yaşıyor. Ama ben yüz on yaşına kadar yaşıyayım bir şey istemem..." dedi. Kefir tohumlarıyla dolu küçük cam şişeyi O'na doğru uzatıp:

"Öğretmenim yüz otuz yaşını garanti etmezseniz ben bu kefiri hiç almayayım daha iyi"  dedim.

Ankara'nın karanlığı Ekmekçi'nin diri ve sevecen kahkahalarıyla aydınlanır gibi oldu.

Belediye otobüsü geldi, biletimi verdi, öpüştük, el salladı ve ayrılık başladı.

Sevgili Ekmekçi planladığından tam kırk yıl önce gitti bu dünyadan; ardında yığınla iyilik, güzellik ve dürüstlük örnekleri bırakarak...

Kalanlara, iyi insanlara selam olsun.