Kahkahalar Ağlıyor

Mustafa Balbay

1991'in güzel bir mayıs sabahıydı. Güneş, parkın kapısını çalmış, henüz içeri girmemişti. Baharı karşılayan ağaçlar çiçeklerini yapraklamış, onların yerini kestaneler almıştı...

Tatlı serinlikte terlemenin keyfiyle aşağı inerken, vadi şen kahkahalarla dalgalanıyordu...

Mustafa Ekmekçi'nin kahkahaları...

Banklardan birinin üzerine uzanmış mekik hareketi yapıyor. Ayaklarını iki genç kız tutuyor. Elleri ensesinde, nefesini tutup, başını kaldırıp güçlükle dizlerine doğru götürüyor. Geri dönerken kahkahayı patlatıyor...

Nefesi tut, kahkahayı koyuver...

Nefesi tut, kahkahayı koyuver...

Onu tanıyan herkesin, "Nasıl anımsarsın" sorusuna vereceği yanıtlardan biri "kahkahası" olur...

Gülmenin yakışmayacağı kimse yoktur. İri diri gülüşler için "ağız dolusu" deriz... Ama kimileri yüz dolumu güler...

Mustafa Ekmekçi ise gülüşüne bedenini de katardı. Kahkahayı patlatırken ayaklarından birini hafif kaldırır, belini fırtınalı bir ağaç gövdesi gibi ağır ağır dalgalandırırdı...

Ekmekçi'nin okurlarıyla bağı, balık ağını tuzsuz bırakır. Anadolu kentlerinden birine etkinlik için gideceğim zaman, ilk tepkisi şu olurdu:

"Haaaa, o ilin falanca mahallesinde bir Cumhuriyet okuru var. Bak telefonunu vereyim, işine yarar..."

Ekmekçi için "okurlu-yazar" tanımı uygun düşer...

Arada bir kızardı. Ama kızgınlığıyla gülüşü arasındaki sınır, ince bir çizgiden öte değildi.

Bir konuyu ele aldı mı, ayağa düşürmezdi. Yazı konusuna salt gazeteci olarak bakmazdı. Onunla ilgili gelişmeleri sonuna kadar izlediği gibi, bazen "müdahaleci" de olur, gerekli makama, kişiye görevini anımsatmadan duramazdı...

Gece yarısında bir kişi mi gözaltına alındı? Ekmekçi'nin dört görevi vardı:

"Gazeteye haberi vermek. Gerektiğinde yazdırmak."

"Yakınlarını ziyaret edip 'gereken her şeyin yapıldığını' söylemek."

"Nerede gözaltına alınmışsa, gerekçesi neymiş, onu araştırıp tanıdığı avukata bildirmek."

"Emniyet müdürü, olmadı bakan üst düzey yöneticileri arayıp işlemi hızlandırmak."

 

YARIN OLMADI...

Son yıllarda sağlığı ile yapmak istedikleri çelişir hale gelmişti. 30 güne 40 günlük "eylem programı" sığdırmasına, kalbi izin verse ciğerleri vermiyordu. Ama yine de son güne dek, okurla yüz yüze olma inadını bırakmadı.

29 Nisan günü konuşuyoruz:

"Yarın İzmir'e gideceğim. Üç etkinlik var. İzmir uçağı için sabah altıda yola çıkmalıyım..."

Ne yazık ki "yarın" olmadı... Ertesi gün Mustafa Ağabey'i hastaneye kaldırdık...

Geçen aylarda bir dost sofrasındayız. Sağlığı pek iyi olmamasına karşın yine de katılmak istedi. Sofranın ortasında, "Bana biraz izin verin" dedi; "yan odada biraz uyuyayım. Yarım saat sonra gelirim."

Yarım saat sonra gülegeldi seslendi:

"Kusura bakmayın. Azrail'i yolladım da..."

Bu kez olmadı...

Günlük telefonlu ya da yüz yüze ilişkilerimizde yazıya ne zaman başlamış olursam olayım, ilk sorusu şu olurdu:

"Yazı daha bitmedi mi?"

Son görüşmemizdeki diyaloğumuz da yine "yazı" üzerineydi. Cüneyt Ağabey'le beraber 30 Nisan sabahı hastaneye gittik. Daha üç beş söz etmeden seslendi:

"Hadi siz gidin gidin, daha yazı yazacaksınız..."

Oysa saat sabahın onuydu...

Evet Mustafa Ağabey, daha yazı yazacağız... Sizinle son dönemde en çok üzerinde durduğumuz konu, "Hakaret etmeden nasıl ağır yazı yazılır?" üzerineydi. Bazı denemeleri siz de beğenmiştiniz...

Denemelere devam edeceğiz...

Güle güle Mustafa Ağabey...

Sevdiğiniz her şey sizinle olsun...

Kahkahaları bize bırakın...

Cumhuriyet, 22 Mayıs 1997
Gündem