Canım Babacığım

Özlem Ekmekçi - Kızı

Bu sana yazmakta olduğum kim bilir kaçıncı mektup. Pek çoğunu vermeye cesaret edememiştim. Şimdi ise yollayabileceğim bir adres yok elimde. Beni bir yerlerden gözlüyorsundur umuduyla yazıyorum.

Sen gideli neredeyse on beş ay oldu. Varlığını öylesine kanıksamışım ki, yanımızda olmadığını kabullenemiyorum bir türlü. Elim telefona gidiyor, meşgulse babam konuşuyordur diye düşünüyorum. Cuma akşamları İzmit'ten eve döndüğümde kapıyı sen açacakmışsın, elinde bir bardak kefir, gülen gözlerinle beni sen karşılayacakmışsın  gibi  geliyor.  Hele Cumhuriyet' i elime  alıp,  Ankara  Notları'nı görememek... Akşamları yazını okuyup, babam yine iyi kotarmış yazıyı diyememek... Ama biliyor musun, her şeyini adadığın okurların da kabullenemediler gazetenin sensiz halini. Cumhuriyet  sayfa düzenini değiştirmek zorunda kaldı okur telefonları üzerine.

Küçükken anı defterime bir yazı yazmıştın, belki sen unutmuşsundur. "Küçük kızım"  diyordun, "Dört elle sarıl yaşama. Doğayı ve tüm canlıları çok sev. Daima ezilenlerin yanında ol. Senden güçsüz olan her varlığı koru, gücünü hissettirmeden." Bir babanın kızına verebileceği en güzel öğütlerdi bunlar ve benim yaşam pusulam oldular. Sen de tüm yaşantın boyunca harfi harfine uyguladın inandığın şeyleri. Bugün annemin, Eylem'in ve benim başlarımızın böylesine dik olması bundandır.

Çocukken seni paylaşma konusunda ne denli zorlandığımı anımsıyorum. Sadece ablamla veya annemle değil, en çok da okurlarınla. Bazen niye benim babam da diğer babalar gibi derslerimle, notlarımla ilgilenmiyor diye düşünür, üzülürdüm. Oysa sen herkes için yaşıyordun ve bize daha o yaşlarda her şeyin paylaşılabileceğini öğretiyordun, babaların bile...

Büyükdükçe ne denli şanslı bir çocuk olduğumu daha iyi anlıyordum. Bizler, Eylem ve ben, Ekmekçi'nin insanlık okulunun en şanslı öğrencileriydik. Seninle aynı evi paylaşma ayrıcalığını yaşıyorduk. Ekmeğin hamurunun hazırlanışından, fırından çıkışına kadar her adımına tanık oluyor, çoğu zaman farkında olmadan insan olmayı öğreniyorduk.

Gazeteci Ekmekçi, Hadimli Mehmet ile Fatma'nın Kara Mustafa'sından farklı olmadı hiçbir zaman. Otobüse bindiğimizde, insanlar kasketli, kara tenli, ufak tefek adamı itip kaktıklarında, "bu denli itelediğiniz adam benim babam, Cumhuriyet gazetesi yazarı Ekmekçi"  diye bağırasım gelirdi. Oysa sen bu davranışlardan hiç gocunmaz, hatta beş dakika sonra yanındakilere anılar, fıkralar anlatmaya başlardın. Biz otobüsten inerken, cebimizde birkaç telefon numarası, ardımızda ise attığın kahkahaların bir tınısı kalırdı.

Adeta bütün insanların mutluluğuna adamıştın kendini. Bir derdi olan, darda kalan hiç çekinmeden arardı seni. Çocukları gözaltına alınan anne babaların üzüntüsü bizim evimizin üzüntüsü olurdu. Bakanları, valiyi, emniyeti arar, ne yapıp edip çocukların izini bulur, ancak onlara bir zarar gelmeyeceğine emin olduktan sonra rahatlardın.

Dostların birer birer aramızdan ayrılırken, başını ellerinin arasına alır, kara kara düşünürdün ölümü. "İki bin yılını bir göreyim, 21. asrı, başka birşeyi istemem" derdin. Sonra gülerdin: "Zaten bu kefir yüz otuz yaşına dek yaşatıyormuş, bana yüz on yeter." Oldu mu babacığım bu denli erken gitmek. Üstelik ben daha yirmi beş yaşındayken ve sana daha hiç doyamamışken.

Bazen çok zor geliyor sensizliğe dayanmak, yine de zorluklara direnen, umut dolu bir yanım var, yaşamdan koparmıyor beni. Ve çok iyi biliyorum ki bu dirençli, umutlu yanımı senden aldım. Büyük bir hayretle ve gıptayla izliyordum yaşama olan bağlılığını... En kötü şartlarda bile umutlu olmanı... Doğru bildiğin yoldan hiç çıkmamanı. Yaşadığın onca şeye rağmen insanlara olan güvenini, sevgini... Ve çok seviyorum bu özelliklerin bende bıraktığı izleri...

Bal gözlüm, kara tenli, alçakgönüllü babam benim... Bana kazandırdığın tüm güzellikler için, babam olduğun ve onurla taşıyacağım bir ad bıraktığın için teşekkürler...