Bu yazı tuhaf koşullarda yazılıyor. Adeta yürümüyor. Dakikalardır ekran bana, ben ekrana bakıyorum... Hayır, yazı geciktiği için ister istemez çalakalem yazılmasının sıkıntısı değil bu. Mustafa Ağabeyim üstüne, elimi tutmasalar ciltler dolusu yazarım. Bir anıdan ötekine, Ankara'dan İstanbul'a, oradan Frankfurt'a, Frankfurt'tan bir başka Alman kentine, Bielefeld'e atlar; çabucak boğucu bir yaz sıcağında Çukurova'ya döner; yeniden yurtdışına çıkıp, Kahl - Strasbourg arasında, Almanya - Fransa sınırında "Mustafa Ekmekçi'nin Fransa'ya kaçak giriş öyküsü" ne geçerim. Sayfalar sayfaları izler ben gene de "ağabeyim" üstüne yazacaklarımın, yazabileceklerimin yarısına bile gelmemiş olurum.
Hayır sorun bu değil. Tuhaflık burada değil. Bitişik masada Oya Baydar yazıyor. O da "Mustafa Ekmekçi Kitabı" nda yer alma onuru için bilgisayar klavyesinin üstüne yumulmuş anıları sözcüklere dönüştürüyor ve...
... ve gözleri dolu dolu. Dokunsam ağlayacak.
Dokundum ağladı.
İşte zor olan bu. Kendisiyle ilgili anılarını yazıya döken bir profesyonelin bile gözlerini, bunca yıl sonra dolu dolu kılan, dokunsalar ağlayacak hale getiren, dokununca da ağlatan Mustafa Ekmekçi nasıl yazılır?
* * *
Bu meslekte olur. Her gün konuşursunuz ve hiç karşılaşmamışsınızdır.
1972 Sonbaharı. Yeni Ortam haftalık dergi olarak sustuktan birkaç ay sonra günlük gazete olarak yeniden başlamış. Türkiye, 12 Mart karanlığında kan yitirmekte. Mustafa Ekmekçi gazetenin Ankara Temsilcisi. İstanbul'da yazıişlerinin başına bir meslek tıfılını getirmişler.
Doğaldır. Yazıişleri Müdürü ile Ankara Temsilcisi her gün konuşurlar. Hatta gün boyu defalarca konuşurlar. Öyle oldu. Neredeyse aylarca konuştuk. Her gün. Birkaç kez. Hangi haber önemli? Hangi haber, saat kaça yetişir? Hangi haberde, hangi ayrıntıyı gözden kaçırmamak gerek? Sabah konuşulup akşamüstü "düşen" haber, ertesi güne ısıtılıp yeniden geçilebilir mi? Dünkü haber manşette çıkmış iyi de, o başlık haberin içine uyuyor mu? Ankara Notları gene gecikti; taşra kalıbı kaçacak; biraz öne alınamaz mı?..
Telefonun öteki ucunda, arada bir çınlayan, kısa kesik kahkahalarla bezenmiş bir ses. Ankara Temsilcisi Mustafa Ekmekçi yalnızca bir ses. Acaba nasıl bir adam? Kibirli, matrak, tembel, esmer, sarışın, iyi kalpli, habis, cana yakın, soğuk, akıllı, kasılgan?..
Sonra telefona bile dolu dolu yansıyan bu saygı, bu ilişki özeni ne kadar içten? Yazıişleri Müdürüyle dalga mı geçiyor, yoksa müdür görünce ceket ilikleyen Ankaralı alışkanlığı mı?
Patron Yazıişleri Müdürünü kovdu. Meslekte olağandır. Patronlar bazen yazıişleri müdürlerini de kovarlar. Oya Baydar, Mustafa Ekmekçi, Toros Tekeli, Ahmet Kahraman, İlhami Soysal ve Yazıişleri Müdürü Ankara'da bir masanın çevresinde toplandılar. Önce her kafadan bir ses çıktı. En çok da Mustafa Ekmekçi'nin kafasından çıktı:
"Babasının çiftliği mi burası? Biz hangi koşullarda var ettik bu gazeteyi? Hep birlikte bırakıyoruz..."
Her kafadan çıkan sesler yavaş yavaş duruldu. Akıl ve sorumluluk ağır bastı. 12 Mart karanlığı henüz dağılmamışken, ülkede Yeni Ortam' ın bir demokrasi yeli estirdiği, patrona rağmen işlevini yerine getirmesi gereğinde anlaştılar. Toros Tekeli "Yani müdür gider, kalan sağlar bizimdir. Gazete sürer" dedi. Onaylandı. Ekmekçi mızmızlığa kalkıştı: "Bu ağırıma gidiyor işte. Bunu bize yediremiyorum" dedi durdu. Zor bela susturdular. O akşam iyi rakı içildi.
Birkaç hafta sonra Dursun Akçam'ın yolu İstanbul'a düştü. Sokakta işsiz Yazıişleri Müdürünü gördü. Gülmekten kırılacak:
O var ya o, dedi. O Ankara'daki deli. Her öğlen iskemlesini kapını önüne koyup Yazıişleri Müdürünün işten çıkarılışını protesto için yarım saatlığına iş bırakıyor. Uğradım. Seninki direnişte. Ne selam verdi, ne yerinden kalktı. Direniş bitene kadar bekleyecekmişim. İteledim, üsteledim. Nuh dedi peygamber demedi. Direniş bitene kadar bekledim. Sonra selamlaştık...
* * *
Bir iki yıl geçti. İşsiz gazeteci birkaç gazeteye girip çıktıktan sonra bir arkadaşıyla (Osman Arolat) ortaklaşa bir haber ajansı kurdu. Ağabeyi, Yeni Ortam'a nokta koyup Cumhuriyet' e geçti. Ankara Notları yeni bir okur kitlesiyle tanıştı. Türkiye kanlı bir iç savaşa yuvarlanırken, Demirel, Ecevit'i düşürüp, o uğursuz MC'yi (Milliyetçi Cephe) kurmak için kollarını sıvadı.
Eğrisi doğrusuna geldi. Yazıişleri Müdürünün ajansının Ankara Temsilcisi Varlık Özmenek, bozkır ayazında saatlerce kar altında beklemenin ödülünü, MC hükümetinin kuruluş haberini, öteki meslektaşlarını atlatarak aldı; ardından okkalı bir nezleyle yatağa düştü.
Ajans haberleri gazetelerin yazıişleri masasında üvey evlattır. Varlık Özmenek'in haberi manşet oldu. Ankara'nın burnu büyük gazetecileri atlatılmayı onurlarına yediremediklerinden haberi yalanlama yarışına girdiler. Atlayan gazetelerden Cumhuriyet' in muhabiri ve yazarı Mustafa Ekmekçi, Ankara'dan telefon etti:
"Haberinizin fazlası var eksiği yok. Atlattınız oğlum. Gözlerinizden öperim."
MC'ler birbirini izledi. Ülke kan gölüne döndü. Yazıişleri Müdürü ajansı kapatıp Politika gazetesinin yönetimini aldı. Terfi edip kartvizitine "Genel Yayın Müdürü" yazdırdı. İş için Ankara'ya gitti ve ilk kez ağabeyinde değil bir otelde kaldı. Ekmekçi bu. Uçan kuşun kanadından haber alır. Yazıişleri Müdürünün otelde kaldığını öğrendi. Tam bir ay küstü. Telefonlara çıkmadı. Uğur Mumcu torpil yaptı. Fayda etmedi. Selçuk Altan arabuluculuğu denedi. İşe yaramadı. Küslük bir ay sürdü.
Genel Yayın Müdürlüğüne terfi etmiş Yazıişleri Müdürü, yorucu bir seçim gezisinden dönüşte ayakları geri geri giderek Ankara'ya indi. Politika' nın Ankara bürosunda eline bir not tutuşturdular. Kargacık burgacık el yazısını hemen tanıdı. Okudu:
Bu akşam Ankara'ya ineceğini öğrendim, ama saati belli değilmiş. Anahtar paspasın altında. Zili çalma. Biz erken uyuyoruz. Ekmekçi.
Kendi küstü, kendi barıştı. Yazıişleri Müdürüyse? Evet, tahmin edebileceğiniz gibi. Dokunsanız ağlayacak...
* * *
1979'da ülke artık kan gölünde boğuluyor. Ölüm haberleri tek sütuna inmiş bile. Bütün yurtta sıkıyönetim var. Politika gazetesi Türkiye Komünist Partisi'nin yarı resmi organı. Ekmekçi sövmeden sövüyor, dövmeden pataklıyor.
"Bu yaptığınız gazetecilik değil oğlum. Hükümet gitti gidiyor, sen tutmuşun "TKP Önder, adayımız Onger" diye manşet atmışın. Habercilik bu mu?"
Değil tabii. Mazeret arama. Ağabey yutmaz. Lafını de esirgemez:
"Ne dedim ben sana? Gazeteci muhabirdir. Sen haberden kopup genel yayın bilmemnesi oldun. Halt ettin. Sonuç işte bu..."
Öğretmen kızmış. Ne çare gün öğüt dinleyecek gün değil. Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete. Politika gazetesinde kendine Tırmık diye bir köşe açan Yazıişleri Müdürü üç gün dışarda, beş gün içeride.
Davutpaşa Kışlası'nın iki ucundan kum torbalarıyla kesilmiş hapishane koridorunda volta atarken, eline, üstünde "görülmüş" damgasıyla bir telgraf uzattılar:
Dışarısı, içeriden daha iyi değil. Stop. Gözlerinden öperiz. Stop. İsteğin varsa bildir. Stop. Mustafa Ekmekçi. Stop. Emil Galip Sandalcı. Stop.
* * *
Yazıişleri Müdürü bir yazısından dolayı tutukluyken, tutuksuz yargılandığı bir başka yazıdan 7,5 yıl yedi. Yıldırım hızıyla ceza Yargıtay'da onaylandı. Ancak karman çorman bir ülkede olabilecek bir mucize oldu. Yazıişleri Müdürü tutuklu yargılandığı davanın duruşmasında, mahkemeye başkanlık eden, kalender meşrep Albayın "N'apmış bu adam? Yazı yazmış. Dışarıda bir sürü katil dolanırken niye yatsın ki bu adamcağız. Salın gitsin" demesiyle 1'e karşı 2 oyla tahliye edildi. Karman çorman ülkenin karman çorman bürokrasisi iki satırlık "Filan gün, filan sayılı dosyadan tahliye edilen Aydın Engin'in falan gün, falan sayılı dosya mucibince 7,5 yıla mahkum edildiği anlaşıldığından ve dahi cezasının Yargıtayca onandığından serbest bırakılmayıp infaz savcılığımıza teslimi..." yazısı dört saat geciktiği için, bir bürokratik çatlaktan yılan gibi sıyrılıp tüydü.
Ver elini Almanya dedi. Çünkü Yeşilköy'den kalkan ilk uçak Düsseldorf'a gidiyordu. Yıllar sonra Ekmekçi dalgasını geçti:
"Senin ön dişlerin ayrık oğlum. Sen doğuştan şanslısın. Ya ilk uçak Zambiya'ya gitseydi."
Öğrenciyle öğretmen gülerek haritada Zambiya'yı aradılar. Bulunca bir daha gülüp Frankfurt'ta bir evde, kalın domuz pirzolalarına çalaçatal-çalabıçak giriştiler, üstüne de esaslı bir Chianti şarabı çektiler.
* * *
12 Eylül Yazıişleri Müdürünü Frankfurt'ta yakalamıştı. Yani yakalayamamıştı. 12 yıl sürecek ve kaç yıl süreceği bilinmeyen siyasi göçmenlik başladı.
Batı Avrupa'nın demokratik iklimine çabuk alışan Yazıişleri Müdürü, arada bir Türkiye'deki tanıdıkları telefonla aradığında, telefonun öbür ucundaki ölümcül suskunluğu yüreği burkularak sezdi. En yakınlar, en mangalda kül bırakmayanlar, telefondan veba bulaşacakmışcasına ürkek ve buz gibi bir sesle, lafları Yazıişleri Müdürünün ağzına tıkarak konuşmayı noktalıyorlardı. Yazıişleri Müdürü, Türkiye'den kimseye telefon etmemesi gerektiğini çabuk öğrendi.
O karanlık, o zorlu günlerde gecenin bir saatında telefon çalardı. Telin öteki ucunda bir minik kahkaha, bir bildik soru :
"Ne haber?"
"İyilik abi."
"Tabii iyilik olacak oğlum. Ye kebabı, iç şarabı. Hiç ağabeyim nasıldır, nicedir diye sormak yok."
"Ama abi, ben düşündüm ki... Yani telefon edersem..."
"Boş ver, boş ver. Biliyorum. Haaa, bana bak, dün annenle konuştum. Adalet Hanım da, Terzi Sadık Bey de iyiler. Onlara 'Bir oğlunuz uzaktaysa, Ekmekçi oğlunuz yakında' dedim. Bir telefon edin, ötesini bana bırakın dedim."
On iki yıl boyunca, her hafta "Ekmekçi oğulları", Ödemiş'te Adalet Hanımla, Terzi Sadık'ı aradı. Hiç sekmedi. Hiç aksamadı.
* * *
Hayır benden 12 yıllık siyasi göçmenlik yıllarında Mustafa Ekmekçi Ağabeyimi anlatmamı istemeyin ya da bana bu kitabın iki katı yer verin.
Neyi, nasıl sığdırırım buraya?
Özlem'in ya da Eylem'in ısmarladığı ve Frankfurt'taki süpermarketin parfümeri reyonu şefinin bile adını duymadığı yeni çıkmış parfümü nasıl aradığımızı ve bulduğumuzu mu anlatsam, yoksa Rhein ırmağı boyunca ortaçağ tarihinin ayakta kalmış tanıklarını, şatoları geze geze yol alırken, büyük bir ciddiyetle "Konya bozkırında, bizim Hadim taraflarında hiç böyle şatolar yoktur" deyişini mi?
Yoksa Server Tanilli'yi görmek için birlikte Strasbourg'a gittiğimizde, vize alma gerektiğini bilmediğinden Kahl kasabası (Almanya) ile Strasbourg (Fransa) arasındaki sınırdan benim ağabeyimi belediye otobüsü ile nasıl kaçak geçirdiğimden mi söz etsem? Sınır geçip, otobüsten inip yeniden benim arabaya binerken, daha önce eline tutuşturduğum Fransız franklarını iade edişini, benim "Peki o kadar tembih ettim. Bilet de mi almadın" soruma omuz silkip, "Nasıl olsa kaçak geçiyorum. Yakalansam bilet almadım diye ayrıca mı ceza vereceklerdi" diye soruşunu ayrıntılı anlatmak için kaç sayfaya gerek var biliyor musunuz?
Dilerseniz, Avrupa'da sürterken, Frankfurt'ta, Bonn'da, Bad Godesberg'de, Köln'de, Bielefeld'de, Strasbourg'da, Essen'de kanatlarım ve pençelerim altında olmasına rağmen her defasında kaybolmayı becerişine değineyim. Onu her bulduğumda çocuk gibi şaşmasını ve çocuk gibi gülmesini anlatmaya kaç sayfa gerek hiç düşündünüz mü?
Hayır bana "Ekmekçi Avrupa'da" ya da "Mustafa Ekmekçi'nin Avrupa Serüvenleri" adlı roman boyutunda yazılar yazdırmayın. Örneğin. Frankfurt'ta bir Sex-Shop'ta, kapının önünde ayaküstü sohbet eden Türkler olduğundan, bizi tanırlar da rezil oluruz korkusundan, bir saate yakın "mahsur" kalışımızı, hazır mahsur kalmışken porno dergilerini karıştıran Ekmekçi'nin, cigara ister gibi, "Şurda ne yazıyor, bir çeviriversene bana" deyişini, benim de "Monika bir akşam Ursula'nın evine uğradığında onu yatakta iki erkekle..." diye başlayan resim altını çevirmeye başlayıp, koskoca ağabeyime neler okuduğumu farkedip, kulaklarıma kadar kızarıp, "Haydi abi çıkıyoruz burdan. Kapıdaki Türkler tanırsa tanısın" dediğim günü mü dinlemek isterdiniz?..
Geçin hepsini.
* * *
12 yıllık göçmenliğin sonuna gelindi. Yazıişleri Müdürü anıları bile silikleşmiş ülkesine 91 Mayısı'nın son günü indi. Yeşilköy Hava Limanı'ndaki pasaport kontrolü yapan polis memuru, ekrana baktı, Yazıişleri Müdürüne baktı, yeniden ekrana baktı, "Sen yanmışın da ağlayanın yok bey" dedi. Ardından ekledi "13 tahdidin var senin ağabey. Altısı yakalamalı."
Yakalayacak polisleri kuzu kuzu beklemeye başladık. Benimki nasıl etmiş, nasıl becermiş bilinmez, gümrüklü alan diye bilinen bölgeye dalmış. Pasaport kontrol polisinin kulübesine yaslanmış, olup biteni anlamaya çalışan biri kız, biri oğlan iki Hollandalı turiste bilgi veriyor:
"Yu si? Dıs iz dı fridom of Türkiye... (You see, this is the freedom of Turkey)"
Başında o ünlü, Kuzey Denizi balıkçılarının giydiği kasket, ayağında spor ayakkabılar, yorgun, ameliyatlı bacağını belli belirsiz sürükleyerek öğrencisinin, kardeşinin ağır valizini yüklendi. Küçük mapushane valizini Yazıişleri Müdürüne bıraktı. Bir de küçük bir plastik torba uzattı. Yazıişleri Müdürü hapishaneye giden polis arabasında plastik torbayı açtı: Bir kitap boyutunda mıknatıslı satranç takımı.
Bunu ona Frankfurt'ta Yazıişleri Müdürü almıştı. Armağan diye...
* * *
Ağabeyimle çok serüvenlerim var. Kimilerini seçip anlattım. Okudunuz.
Ağabeyimle daha çok serüvenlerim olacak. Yaşadıkça anlatırım. Okursunuz...