Mustafa Ekmekçi, Bir Cumhuriyet Yazarı

Oralp Basım (Eczacı - Domuz Yetiştiricisi)

Ekmekçi ile dostluğumuz 20 yıla yaklaşıyordu. Ankara'dan telefonu açar, yumuşak kibar sesiyle en umutsuz zamanlarda bile etrafa moral saçardı. Aziz Nesin'le beraber Ankara'da Tahsin Saraç'ın evinde kalırken Ekmekçi'siz bir gün bile düşünemezdik. Kolay kolay kimseyi sevmeyen bu dünya mizah devinin en sevdiği gazeteciydi. Bir ara bir köpek almıştı. Köpeğini Çankaya parkında gezdirirken bir elinde de kağıt ve naylon torba köpeğinin dışkılarını alır, torbaya koyup çöpe atardı. Böylesine ince ve zarif, kimseye zarar vermek istemeyen bir insandı.

Ekmekçi annesini askerden döndükten bir süre sonra 1953'te  kaybetmişti. Onu o kadar sevmişti ki ölümünden 40 yıl sonra bile yazılarında ara sıra annesini anardı. Küçükken kendisini nasıl yıkadığını ve o kadar yıkadığı halde ağartamadığını... Ekmekçi oldukça esmerdi, hele bir de güneşte yanınca ona Mandela derdim. Bu koyu esmer tenin altında yurdunun ve insanlarının iyiliği için çarpan volkan yüreği, Cumhuriyet devrimlerine en küçük bir saldırıda lav püskürür, yerinde duramazdı. Türkçe ezan, domuz eti, hacdaki rezaletler, Köy Enstitüleri yazıları yobazların yüzünde tokat gibi şaklardı. Ekmekçi yiğit bir gazeteciydi, meslektaşlarının kolay kolay yazamadığı konulara bile hiç korkmadan girerdi. Okuyucularının böylesine yardımına koşan başka bir gazeteci tanımadım. Kibirin k'si bile yoktu onda. Bir gün Ankara'da bürosuna girdiğimde koca koca Cumhuriyet gazetesi ciltlerini karıştırır buldum. Birkaç okuyucusu da odada idi. Ciltleri yanındaki hanım okuyucusunun hapisteki oğluna yardımcı olacak bir haberi bulmak için araştırıyorlardı. Yeni ağır bir kalp krizinden zor kurtulmuştu. Diğer bir genç okuyucusu oturmuş, Ekmekçi'nin çok sevdiği bir bakan için ağzına geleni söylüyordu. Ekmekçi sizin bildiğiniz gibi değil-filan diye sakinleştirmeye çalışıyordu. Fakat delikanlı sanki kitaptan okuyormuşcasına harika bir Türkçeyle verip veriştiriyordu. Ben de şaşırmıştım, çocuk olağanüstü konuşuyordu. Ama aradan biraz zaman geçince böyle kitap gibi konuşan gencin deli olduğunu anladık. Ekmekçi'nin o çocuğu dinlerken gösterdiği olgunluk ve sabır şaşırtıcı idi.

Ekmekçi, okuyucularının yardımına hızır gibi koşardı. Bir sabah İzmit'te demiryolu çevresindeki asırlık çınarlardan birkaçını kesmek için belediyenin önlem aldığını gördüm. Her tarafı betona yani paraya çevirdikleri yetmiyormuş gibi, İzmit'in sembolü olan asırlık ağaçları kesiyorlardı; bir tanesi yere uzanmıştı bile... Pazar sabahıydı, karakola gittim, savcılığa gittim tık yok. Hemen Ankara'ya Ekmekçi'ye haber verdim. 10 dakika sonra bir telefon; Çevre Bakanını bulmuştu. Bakan Kocaeli Valisi'ni aramıştı; Vali ağaçları buduyorlar, demiş. Ve o gün iki dev, asırlık çınar ağacını Ekmekçi'nin sayesinde kurtardık.

Kendisine sığınan iki İranlı gencin hayatını kurtarmıştı. Bizimkiler İran'a iade ediyorlardı. Humeyni'nin ilk yılları idi, sınırda hemen kurşuna diziyorlarmış. Sonra o iki İranlı genç İsveç'te evlenip fotoğraflarını Ekmekçi'ye yollamışlardı. Ekmekçi'nin bürosunda görmüştüm fotoğrafı.

1985 yılının Ramazan ayında İzmit'te yerel gazetede çalışan muzip bir gazeteci arkadaşı (Tanzer Ünal) benim domuz çiftliğiyle ilgili bir röportaj yapmak istedi. Ramazan olduğundan ben sonra yapalım, dedim. Ama korkuyor musun deyince hemen yaptık röportajı. Arkadan kıyamet koptu. Türkiye'de ne kadar sağcı gazete ve magazin basını varsa üzerime çullandı. Bir örnek verilirse Türkiye gazetesi üç gün üst üste yarım sayfa manşet yaparak beni hedef gösterdi. Röportajı Ekmekçi'ye yollayıp yardım istedim. Derhal savunma yazılarına başladı ve bu ölene kadar tam 12 yıl devam etti. Ekmekçi beni savunmaya geçince gerici basın bu sefer onun üzerine çullandı. Ekmekçi'nin de istediği buydu. Yıllarca tatlı tatlı gırgır geçtik onlarla. Dayandıkları şeyler çok saçmaydı. Biz "et pahalı, halk karga kadar bile hayvansal protein alamıyor, kansız, zayıf annelerden hastalıklı nesiller yetişiyor"  diyorduk ve tüm dünyada zengin, fakir herkesin yediği çabuk üreyen hayvanların en önemlisi olan domuzun yenmesi gerektiğini yazıyorduk.

Bir ineğin yılda bir yavruladığını, domuzun ise yılda üç kere ve her defasında 10-15 yavru yaptığını vurguluyorduk. Gerici basın ise domuz eşini kıskanmaz, domuz yiyen kanser olur, verem olur veya domuz yiyen domuza benzer gibi saçma sapan, cahilce varsayımlarla kendilerini daha da komik duruma düşürdüler. Köy kahvelerinde bile bu konunun rahatça tartışıldığı kulağımıza geliyordu.

Saçma bir tabuyu epey çürüttük, Einstein'ın dediği gibi "Bir tabuyu parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur." Domuz eti konusu dinde zincirin çok zayıf bir halkasıydı. Çünkü tüm dünya zengin, fakir bütün ulusların hatta Hindular'ın  bile yediği bir eti, bir tek bağnaz Müslümanlar ile Yahudiler yemiyor. Hasmının zayıf tarafını yakalayan boksör gibi Ekmekçi bu konunun hiç peşini bırakmadı. En çok domuz etiyle ilgili yazıları meşhur oldu.

Zor duruma düşen diğer çiftçileri de savundu. En son 1997'de BBC-TV Ekmekçi, Ahmet Aşıcı ve benimle Türkiye'de domuz eti ve köktendinci partiler konusunda tüm dünyada yayınlanan bir röportaj yaptı. Ekmekçi bu röportajda Cumhuriyet devrimlerini savundu ve gerici partiler tarafından Atatürk devrimlerinin bir bir yıkılmaya çalışıldığını söyledi, ama asla başaramayacaklarını ilave etti. Benim hiç anlayamadığım şey, Ekmekçi domuz konusunun üzerine bu denli giderken diğer yazarlar, 3-5 tanesi hariç onlar da 1-2 yazı yazdılar, bizi bu konuda yobazların karşısında yapayalnız bıraktılar. Tüm gerici basın saçma sapan bir şekilde üstümüze saldırırken Türk basınının büyük kalemleri tek bir satırla bile bizi savunmadılar.

Halbuki bu gericiler öylesine örgütlüydüler ki bütün gerici medyanın saldırısı yetmiyormuş gibi bir de iki hafta cuma vaazlarında binlerce camide birden hücumlarına devam ettiler. İnsanların hayatı yobazlarla savaşmakla geçmişti. Burada "aydın aydının kurdudur" deyimi doğrulandı. Eğer o yıllarda (1985'te) gerçek aydınlar ve yazarlar birleşip bizleri yobazlara karşı savunabilselerdi, belki o zaman Sıvas'ta o kadar insanı öyle kolay yakamazlardı.

Bunda hiç sesini çıkarmayan korkudan oyuklarına çekilmiş üniversite, güya bilim çevrelerinin de çok büyük suçu vardır. Ne Veteriner ne Tıp ne de  Ziraat fakülteleri bir ses çıkarabildiler,  domuz konusunda.

Yaptıkları utanç verici bir korkaklıktı. Gericilerin işlediği her cinayette (Sıvas olayları gibi) susanların da parmakları kana bulandı.

Ekmekçi, birçok yazarın kalemini dokundurtmaktan korktuğu veya bilgisizlikten hafife aldığı domuz eti konusunu ülkesinin yararına olacağını bildiğinden, bu aptalca tabuyu yıkmak için var gücüyle çalışmıştır. Zaten bir ülkede ne kadar çok tabu varsa ilkellikte o derece fazladır. Ekmekçi, Ankara'da çok yiyecek artığı olduğunu, bunların çöpe atılması yerine bir domuz çiftliğinde değerlendirilebileceğini söyleyip dururdu. Bir gün İzmit'te benim çiftlikte Ekmekçi ile beraber bir yemek yedik. Yemekten arta kalanları bir kovaya koyup Ekmekçi ile beraber domuzlara götürdük. Ben olacakları bildiğimden biraz geride kaldım. Ekmekçi duvarlarla ayrılmış olan domuzların bir bölmesine yemek artığını boşalttı. Aynı anda yemek verilmeyen diğer bölümlerden muazzam feryatlar yükseldi, Ekmekçi şaşırdı. Yemek vermediği diğer bölümlerden korkunç protestolar yükseliyordu.

Ekmekçi ile beraber yemek vermediğimiz için bağıran domuzlara baktık, baktık ikimizde aynı şeyi düşündük; üçüncü dünya ülkelerinin halkları haksızlığa şu domuzlar kadar yüksek sesle karşı çıkabilselerdi, bu dünyanın daha başka daha güzel olacağını...

Büyük şair ve dil bilgini arkadaşımız Tahsin Saraç, Ekmekçi için "Ankara'nın vefa kalesi"  derdi. Öylesine bir vefa duygusuna sahipti ki, 80-90 yaşında arkadaşları vardı, onları hiç ihmal etmez, hatırlarını sorar ve her zaman arardı. Akıl sır ermez haber kaynakları vardı, çok da zeki olduğundan, araştıracağı insanın öyle yönlerini ve yıllar önce yaptıklarını şaşırtıcı bir şekilde ortaya çıkarırdı. Bir ara Orhan Veli'nin eski sevgilisini bulmuştu, 80'li yaşlardaydı, çok saygıdeğer, eski edebiyat çevrelerinde yeri olan bir hanımdı. Bu hanım damat bir politikacı için, (yani çok zengin bir hanımla evli olan) beş para etmez demiş. Ekmekçi de şöyle bir araştırmış, "gerçektende beş para etmezmiş" dedi. Özal'ın kimsenin tanımadığı ilk karısını bulmuştu. Ama ondan pek haber çıkartamadı. Okuyucuları kendisini çok sevdikleri için haber kaynakları binlerceydi diyebiliriz. Arkadaşlar "senin haberlerini Ekmekçi'nin köşesinden alıyoruz" diyordu. Bazen beni okuyucularına şikayet de ederdi, "Oralp hala domuzla ilgili TV senaryosunu yazmadı"  filan diye...

Hiç kimseyi kırmayan bir insandı. Düşmanlarına bile laf söylemezdi. Bir gün yurtdışında yaşayan edepsiz bir meslektaşı Ekmekçi aleyhine atıp tuttu. "Cevap vermeyecek misin"  dedim. Güldü. Ağzını açıp tek laf bile etmedi. Bir ara Yalova Termalde Atatürk'ün kurdurduğu bahçede dolaşırken, asırlık çınarlara, çamlara baktı, baktı; "yahu ne güzel 100 yaşındalar ve dimdik ayakta duruyorlar"  dedi. Ağaçları kıskandığını hissettim. Biz o dev ağaçların yanında o kadar küçük ve zayıf kalmıştık ki,  Ekmekçi'ye hak verdim.

Mustafa Ekmekçi 1984'te 12 Eylül cuntasına karşı ilk toplu hareket olan Aydınlar Dilekçesi'nde de Aziz Nesin'le beraber çok çalışmıştı.

Bir akşamı hatırlıyorum. Tahsin Saraç'ın evinde Aziz Nesin, Mustafa Ekmekçi, Cevat Geray, Tahsin Saraç, ben, Haluk Gerger ve Yalçın Küçük oturmuştuk. Aziz Nesin'in Yalçın Küçük'ü dışlamasından önceydi.

Aziz Nesin başkanlığında Aydınlar Dilekçesiyle ilgili hazırlık konuşmaları yapılıyordu. Daha önce de Aziz Nesin birkaç Avrupa TV'sine demeç vermişti. Konu cunta ve CIA tarafından yakın takipteydi. Odanın içinde birden çok kısa bir çınlama sesi duyuldu. Elektronik bir sesti. Ya odadaki bir dinleme aletinden bu ses gelmişti. Ya da içimizde hangi güvenlik birimine yardımcı olduğunu bilmediğimiz birisi vardı. Sevgili dostumuz Tahsin Saraç daha önce de böyle bir ses duyduğunu söylemişti.

Bir gün İstanbul'dayım, Ekmekçi telefon etti, Pera Palas'taymış, malum  Atatürk'ün en sevdiği otel. "Oralp"  dedi, "kravat unutmuşum bana bir tane bulur musun";  ben de, "üst katta Atatürk'ün odası var oradan bir tane ödünç al"  dedim.

Tatlı tatlı güldü. Gerçektende, Ekmekçi'nin kaldığı odanın üstünde Atatürk'ün müze şeklinde korunan odası ve özel eşyaları vardı. Ertesi gün yazdığı yazıda, aramızdaki konuşmayı anlattı ve Atatürk'ün Topkapı Sarayı'ndaki kutsal emanetler odasını gezisini yazdı. Atatürk Topkapı Sarayı'ndaki kutsal emanetler odasını gezerken yanındaki yaverine peygamberin hırkasını giydiriyor ve "çok yakıştı"  diyor. Ekmekçi bu olayı yazıp Atatürk'ün asıl amacının Hazreti Muhammed'in de bir insan olduğunu çevresindekilere vurgulamak olduğunu açıklıyor. Yazarlık da bu değil mi? Küçücük bir espriden böyle güzel bir yazı çıkarmak. Bir gün bana bir gazeteci "siz ne yaptığınızı biliyor musunuz. Son 50 yılın en büyük din tartışmasını başlattınız"  dedi. Kendi kendime düşündüm, galiba haklıydı, bu tartışmada Ekmekçi'nin payı çok büyüktü. Bana "Don Kişot"  derdi, "Türkiye'nin Don Kişotlara ihtiyacı var"  dedi. Ama kendisi de hakiki bir Don Kişot'tu.

Sizlere yarım asrını Türk basınına veren satın alınmaz bir kaleme sahip bir gazeteciyi biraz tanıtabildiysem ne mutlu bana. Ekmekçi gerçek bir sosyalist ve Kemalistti. Zaten bir Türk sosyalisti eğer, Kemalist değilse ya kaypaktır, ya da ayakları yere basmıyordur.

Mustafa Ekmekçi bir Anadolu Türküsü idi, duru, tertemiz, insanın hiçbir zaman unutamayacağı ve dudaklarında ömür boyu mırıldanacağı...