Mustafa Ekmekçi

Mete Akyol (Gazeteci)

Öz kardeşimin adı Yılmaz'dır. Benim biyolojik kardeşimdir Yılmaz. Aynı babadan olma aynı anadan doğma kardeşimdir o. Yılmaz'ın hoşgörüsüne sığınarak, bir özel gerçeğimi açıklayayım şimdi:

Mustafa Ekmekçi, Yılmaz'dan da "öz" ümdü. Bambaşka özlükte bir öz kardeşimdi o benim.

Mustafa'yı 50'li yılların ikinci yarısında tanıdığımda, o henüz Mustafa değildi, ben de onun kardeşi değildim.

Ben onun bir okuyucusuydum,  o da benden adını saklayan bir yazardı. Şimdi anımsayamadığım bir takma ismi kendine maske, hayır cephe yapmıştı. Ulus gazetesindeki mevziinden haftada bir gün öylesine ölçülü atışlar yapıyordu ki, ayın, hatta yılın her günü yaylım ateşleriyle ortalığı toz duman eden çok savaşımcıdan daha çok duyuluyordu sesi. Hedefini hem özenle seçiyordu, hem daha etkin dövüyordu.

Mustafa'yı, "vicahen" tanıdığımda, 50'li yıllarla birlikte üniversitem de bitiyor ve Akşam gazetesinde "staj dönemi" denilen ve yaşanan her yıl hep unutulmak istenen, fakat hiçbir zaman unutulamayan o çile döneminde, "derviş çatlatan" bir sabırla ve kabına sığdıramadığım bir umutla, mesleksel şafağımın sökmesini bekliyordum.

Akşam gazetesinin Ankara bürosu, Sıhhiye'nin orta yerinde, çiçekli, yeşilli bir bahçe içinde tek katlı bir villadaydı. Komşu kaldırımda, Ankara'nın Kızılay'daki "gökdelen" den bir önceki en görkemli yapısı Etibank vardı. Anadolu'dan gelen kimi kişiler, bu görkemli yapının önünde dakikalarca dururlar, yüzyılın bu yapı harikasını hayranlıkla ve hatta hayretle seyrederlerdi.Bu seyredenleri ise, villa büromuzun pencerelerinden, biz seyrederdik.

Günlerden bir gün, değişik bir şey oldu. O gün kaldırımdaki seyircilerden biri, bizi seyretmeye başladı. Kaldırımda, sırtı Etibank'a dönük duruyor, merakla bize bakıyordu.

Onun böyle merakla baktığını görünce, biz de meraklandık ve kaldırımdaki adamı unutup, bu kez birbirimize bakmaya başladık.

Fakat kaldırımdaki adam, kendini hiç de unutturmak niyetinde değildi. Sesini duyuramayacağını bildiği için uzaktan el kol hareketleri yapıyor bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

Pencereyi açtık, ne istediğini sorduk. "Buralarda bir yerde Akşam gazetesinin bürosu varmış" dedi. "Orasını arıyorum." Orasının, burası olduğunu söyledik ve içeri davet ettik.

"İrfan Derman Bey'le görüşmeye geldim" dedi. "Randevum var."

İrfan Derman o aralık Akşam' ın Ankara Temsilcisiydi. Onunla randevusu olan kişi de, sonradan öğrendik, Mustafa Ekmekçi adında biriymiş.

Yıllar sonra bir gün Kızılay'da Mustafa'yla yan yana yürürken Prof. Bülent Nuri Esen'le karşılaştık. "Ooo... İşte iki canavar gazeteci yan yana." diyerek kollarını ki yana açtı, bizi durdurdu.

Ajda Pekkan'ın, o yıllarda sözü çok edilen bir televizyon reklamında dudaklarını uzatıp, biraz da ezip büzerek söylediği bir sözcükle karşılık verdim. "Teveccühünüz"  dedim.   Prof. Esen'in  hemen  hocalığı  tuttu.  "Söyle  bakalım ne demektir, teveccühünüz?" dedi. Yanıt alamayacağını bildiğinden olacak, kendi sorusunu kendi yanıtladı. "Sizin güzel görüşünüz demektir" dedi. "Veche kelimesini bilirsiniz... Vicahi'yi de bilirsiniz. Hani gıyapta verilen bazı kararlar Vicahi'ye çevrilir ya... Onun gibi bir şey... İşte teveccüh de, onların akrabasıdır. Aynı sülalenin mahsulüdür hepsi..." Prof. Bülent Nuri Esen'le bir süre daha ayaküstü görüştükten sonra ayrıldık.

Mustafa sordu. "Bil bakalım" dedi. "Senle ben ne zaman vicahen tanışmıştık?" Saçlarımın dibini kaşıdım. "Hatırlayamadım" dedim. "Bir ipucu versene... Vatan'da mı, Öncü'de mi?" Başladı gülmeye. "Sen ve ben vicahen, Akşam gazetesinin Sıhhiye'deki bürosunda tanışmıştık" dedi ve... Size biraz önce aktardığım ortak anımızı anlattı. O ortak anımızın bir başka özelliği ise, ilk ortak anımız olmasıdır.

Mustafa'yla ilk ortak anımızı izleyen binlerce ortak anımız daha vardır. O binlecre ortak anımızın da ortak bir özelliği vardır. O da bu ortak anıların her birinin, her geçen gün bizi birbirimize biraz daha çok yakınlaştırması, bağlaması, bütünleştirmesi ve... Giderek, sonunda onu bana, beni ona öz kardeş yapmasıdır. Mustafa, mesleğimizin ilkelerini yaşam biçimi olarak özümseyen az sayıdaki basın erlerinden biriydi. O'nun aramızdan ayrılmasıyla basın ordusu, inançlı ve yürekli bir savaşımcısını yitirdi, dostları ise boynu bükük bir yalnızlığa itildi.

Bana gelince;

Mustafa'ca doğru, namuslu, onurlu ve... Öz kardeşimle arama sokacağım denli özleştiğim Mustafa'ca sağlam bir dostumu yitirmiş olmanın acısını yüreğimde, o yitiğin oluşturduğu yalnızlığın ağırlığını ise, bedenimin parçası bir kamburum olarak yaşamım boyu sırtımda taşıyacağım.

Hep Mustafa'dır o acımın ve kamburumun sorumlusu.