Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği: Eylem'den Özlem'e

Varlık Özmenek (Gazeteci)

Kestirmeden gidersek, dünyada "Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği" diyebileceğimiz bir gazetecilik tür'ü yoktur. Bu kestirme yoldur.

"Tür" ün felsefel sözlük anlamı derinliklerinde 47 yıllık yerel bir meslek deneyimi; gereğince incelendiğinde ise "bu dünyadan bir Ekmekçi geçti" ği bıraktığı izlekten bellidir.

Bu kapsamda; "tür: Kendi içinde bir birim olan ve üzerinde cins kavramının bulunduğu mantıksal kavram."

Ve 167 yıllık Türk Basın Tarihi'nde 47 yıllık bir "Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği" izleği vardır. İster tür, çeşit, cins, biçim, biçem... Kesinlikle belirgin...

Türkiye'deki iletişim fakültelerinde bu tür analitik meslek-deney çözümlemeleri yapıldığına henüz tanık değiliz.

Bu yazımız, iletişim-bilimcilere bir öneri sayılabilir.

Görülecektir ki;

1950'li yıllar...

1960'lı yıllar...

1970'li yıllar...

1980'li yıllar...

Ve 1990'lı yıllar bölüm başlıklarında incelenebilecek olan Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği (MEG) ilginç, düşündürücü, öğretici, gelişimci bir okul bütünlüğü oluşturabilir.

Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD)'nin 20. yıldönümü dolayısıyla yazdığımız "Kaf Dağı Yolculuğu" başlıklı yazımızın bir bölümünde şöyle dediğimi anımsıyorum taze taze:

(...) Mesleğin, ezilse de, bastırılsa da, üzerinde tepinilse de, öz'ündeki ve töz'ündeki soylu birikimleriyle.. Ahmet Rasim'lerden, Sabiha (Zekeriya) Sertel'lerden, Aziz Nesin'lerden, Örsan Öymen'lerden, Mustafa Ekmekçi'lerden... emeklerinden kaynaklanan akan bereketli suların çağcıl ırmağından besleniyor ÇGD yarıncılığı...

Bunu söylerken, Ahmet Rasim'den başlayarak bugüne rastgele isimler sıralamadım...

167 yıl önce "saraya bağlılık" ile göbeği kesilen Türk gazeteciliğinde geçen yüzyılın sonunda kol çıkartan "aykırı = halka bağlılık"  akımının yüzyıllık köprübaşı isimleri...

Siyasal ve ekonomik güç merkezlerinden bağımsız, özerk-birey özellikleri güçlü, özgür ruhlu, mesleği algılayış, uygulayış, yaşam biçimi kılış istençleri direşken ve biçem sahibi gazeteciler... Ve hepsi de acılar pahasına sevdalı; insana, emeğe, emek değerlerine...

Egemen ve ezici "saraya bağlılık" yönüne, tersten, ezilen ve inleyen yönden "halka bağlılık" tan yani tam hedeften vuran bir akım... Çelişkili çatışkılı bir dinamik... Kolaycacık görünmeyen iç dramlara sahipler...

Gökten inen, bekleyen bir gazetecilik değil.

Yerden göğe doğru ayağının üstünde doğrulan bir gazetecilik. Emekleyen, düşe-kalka doğrulan, ayaklanan, yürüyen (koşan diyemeyeceğim) ve bunun için de, dönemine göre kapalısında açığında  voltalanan bir gazetecilik...

Yaşamla, meslekle örneklenen sağlamalarda şunlar okunabilir:

Ne sarayın şekeri, ne paranın yüzü...

Vatanım rü-yi zemin (yeryüzü) / Milletim nev-i beşerdir (yeni insanlık) benim

Özgürlük. Bağımsızlık. Demokrasi. Toplumsal gelişmecilik...

Kısacası, gazetecilik mesleğinin onlarca, belki yüzlerce tanımı arasından; "gerçeğe en üst kertede bağlı olma uğraşı" tanımına bağlı, en gelişmeci ufkuyla "halkın doğruları öğrenme hakkı" na sorumlu bir gazetecilik okulunun seçkin emekçi-ustaları...

* * *

Bu yukarıda saydığım isimlerin 30 yıldan başlayıp 50 yıla varan hatta aşan meslek yaşamları boyunca siyasal iktidara ve ekonomik güç merkezlerine olan ilkeli mesafeleri onları yüzyıllık bir okul'da birleştiriyor-bütünleştiriyor ve Türk basınının geleceği açısından eşsiz bir birikim -değer- kalıt zenginliği oluşturuyor.

Oysa bugünlerde Türkiye'de bu okulun artık bittiği ilan edilip, üstünde "vur patlasın çal oynasın" hora tepiliyor...

Cemalettin Ünlü rahmetli, gazetecilik mesleğindeki ezilmişliğinin acısını şu yarı yakarışla seslendirirdi: "Bu ülkede büyük gazeteci yoktur, olamaz. Büyük gazete vardır!"

"Anlarsın ya!"  diye ekler, acı acı gülerdi...

Oysa yukarıda saydığımız isimler çalıştıkları, yazdıkları gazetelerden önce gelirler. Olsa olsa kendilerinin olan gazeteleriyle anılsalar bile ondan da önce gelirler... Sistemin acımasız, amansız doğaya bile aykırı yok etme mekanizmaları da düşünülürse!.. Ünlü'nün acılı gülücüklerinin satır arasında okunan şuydu aslında; "adamı yakar, kül ederler alimallah!.."

Doğrudur da...

Eskiden "fırına" girerken açık açık söylerlerdi de:

"Kişiliğini vestiyere asacaksın!"

"Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği" işte bu fırında çeliğe su verdi, ateşte kavruldu, teriyle yoğurduğu hamurdan (kelimenin tam anlamıyla) mübarek bir 47 yıllık gazetecilik çıkardı... Ekmekçi'nin iç dramı başlı başına bir konu olmalıdır örneğin...

Bu uğraşı çözümlemek gerekiyor. İletişim bilimcilerine iş düşüyor. Sistemin vahşetini göze alabilirlerse tabii...

* * *

Benim burada yapabileceğim, yaklaşık 30 yıllık sevgili-saygılı bir "usta-çırak" ilişkisinin bazı notlarını düşmektir.

"Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği" (MEG) karışık bir yumak değildir. Öznesinin kan dolaşımına geçtiği için, bir içsel çözümlemede yolun başı bellidir. Yolculuk bellidir...

Toprağa vereceğimiz gün, CTV'den Bahar Daldal Yurttaş saat 10.00'da canlı yayına çağırdı beni. Tam o saatte Ekmekçi ÇGD'nin önünde olacaktı... "Mustafa Ekmekçi'yi anlatacaksın" deyince Ekmekçi'yi bıraktım, anlatmaya gittim. Süre 20 dakika...

Yolda düşünüyorum. Çok belirgin bir-iki soyutlama ile nasıl anlatabilirim? Kendimi rahat bırakınca yalınlaştım; iş kolay oldu...

  1. Mustafa Ekmekçi'yi bildim bileli, bilmeden önce duydum duyalı hep borçluydu... Aziz Nesin gibi. Halka duyduğu ve ödeyemeyeceğine inandığı, ama kan ter içinde ödemeğe çalıştığı bir borçluluk... (Cemal Süreya "Günler" inde, "Ne demiş Avustralya'da çalışan işçi şair: Borçlarım derdimden çok" diye yazar). Bana da hep öyle gelmiştir ki; Mustafa Ekmekçi'nin halkına karşı borcu derdinden çok, derdi borcundan çoktu...
  2. Mustafa Ekmekçi'nin yüzü ve yüreği güleçti; ancak hiç açık etmediği iç bölmelerinde direşken, ödünsüz bir inadı beslerdi... Neye benzerdi diyecek olursanız, keçiye benzerdi! Evet hem de yaban dağ keçilerine... Çocukluğumda anneannemin bir keçisi vardı, oldum olası hep sevmişimdir keçiyi... Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği'nin soylu inadının simgesi niçin keçi olmasın? Yaban keçilerinin yalçın kayalıkların başındaki duruşları ise her zaman beni etkilemiştir. O ne soylu duruştur!.. Onlar oraya ne kartallar gibi uçarak, ne de, yılanlar gibi sürünerek gelmiştir. Sadece inatla...

Yol vermez, geçit vermez sarp kayalıklarla dolu dağları aşar, çıkar, geçerler keçiler... Keçiyolu-izlek-patika... İzlekle...

İşte MEG'in izlekçiliği... 47 yıllık yolculuk...

* * *

Yolun başında ne vardı? Yolda neler gelebilirdi başa? Nereye gidilecek?..

Sayrılı yüreği durmadan, tam altı ay önce imzaladığı "Eylül Yazıları" adlı kitabını şöyle imzalamış bana:

Sevgili Varlık'a,
Eylül sıcağını hep birlikte yaşadık.
Gözlerinden öperim.   19.XI. 1996
                                        İmza

"Önsöz Yerine" diye anlatıyor:

12 Mart'ı, Türk Haberler Ajansı'nda karşıladım; 12 Eylül'ü Cumhuriyet'te.

Her zaman derim ya, 12 Mart bir provaydı; 12 Eylül faşizmin gerçeğiyle yüz yüze getirdi. Oyun, 12 Eylül'de oynanacaktı. 12 Mart'ların başında, THA'da işsiz kalışımın birçok öyküsü var; Ajans'ta fırtına gibiydik; basının tümüne kök söktürüyorduk. Gazeteler, haberlerimizi kullanmak, yayımlamak zorunda kalıyorlardı. Kaynaklarımız sağlıklı, sağlam...

(...) Arkadaşım Erdoğan Örtülü Ajans'ta büro şefiydi; Mekdizıt (Metin Özyürek) yönetimsel işlere bakardı. Mekdizıt, bir gün çağırdı; önemli bir haber vereceği belliydi:

'Bak Ekmekçi' dedi, 'senin Ajans'ta çalışmandan hoşnut olmayanlar var; başta hükümetin içinde bir kanat.'

Anlattı, Ajans Genel Yönetmeni Kadri Kayabal, baskılar altındaydı. Kadri Bey, bana şu öneride bulunuyordu:

'Ekmekçi, bir süre büroda görünmesin; haber, yazı yazmasın, evde otursun. Her ay gelip aylığını alsın! Bu günler geçecek, yine özgürce gazetecilik yapacağımız günler gelecek; o zaman büroya döner, yine haberlerini yazmaya başlar.'

THA'nın Yönetim Kurulu toplanmış, benim çalıştırılmamama karar vermiş. Kadri Bey de onlara:

'Siz işi bana bırakın!' demiş olmalı ki, bana anlatılan formülü bulmuş.

Ajansın asıl sahipleri, yönetim kurulunu oluşturan dört gazetedendi sanıyorum; Milliyet, Tercüman, Dünya vb. gibi. Tercüman'ın başında Kemal Ilıcak var; o beni her gördüğünde över, şöyle derdi:

'Bizim gazeteye, Tercüman'a gel. Bordronun en üstüne adını yaz, istediğin para verilecektir. Fakat yazı yazma!'

Güler, teşekkür ederdim. Belki de formülü, Kadri Kayabal'la ikisi bulmuşlardı, bilmiyoruz.

Ajans'tan ayrılıp, eve gittim. Oturuyorum, okuyorum; ay sonunda gidip maaşımı alıyorum. İkinci ay da aldım. Biraz sıkılmaya başlamıştım; ne demekti, çalışmadan para almak? Gazeteciler Başbakan Nihat Erim'e soru soruyorlardı:

'Ekmekçi neden çalışmıyor? filan diye.'

Bir siyasal baskı sonucu, eve kapandığımı daha iyi anlamaya başlıyordum artık.

Söylentilere göre, o zamanki bakanlardan A.İ.G. Ajans'a gelmiş, pazarlık yapmış sormuş:

'Ekmekçi, sizden kaç lira aylık alıyor?'

'Ayda bin lira!'

'Size ayda dört bin lira. Basın-yayın verecek. Çalıştırmayın onu!..

Burada tırnağı kapatalım!

Hani denir ya! "Tırnağı olsa kafasını kaşıyacak!.." Varsa siz de tırnağı kapatın. Müthiş bir şey! Basın tarihi laboratuvarları için dehşet değerde olgular bunlar...

İşte, "Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği" nin hem ülke hem dünya basın tarihine armağan deneyi... Bunlar Basın Tarihi ders konuları değerinde olup, tartışılmalı...

"A.İ.G." de kim biliyor musunuz? Günün gazeteci kökenli Devlet Bakanı Ali İhsan Göğüş!..

"Size ayda dört bin lira. Basın-yayın verecek. Çalıştırmayın onu!" (MEG'i söndürmek için hazine peşkeşi! Bugün durum ne?)

Devam edelim:

(...) İşsizliğin kucağına attım kendimi. Eşim Aldoğan, Eylem'e gebeydi. 3 Mayıs 1971'de doğdu Fatma Eylem. İşsizliğin kucağına geldi çocuk. Kimi gazeteler, Eylem adını yazamadı, göbek adı Fatma'yı yazdı. Fatma anamın adı!

Bir süre işsiz kaldıktan sonra, Yankı dergisinde haber yönetmenliği yaptım. Ardından Yeni Ortam Ankara Temsilciliği, onunla birlikte gelen 'Ankara Notları' yazıları;

Yıl 1972'ye vurmuştu; 30 Haziran 1972'de kızım Defne Özlem doğdu...

* * *

Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği'nin gizini çözebiliriz...

İşin başı : EYLEM !..

Ve hep bir ÖZLEM'e doğru!..

Sarp dağlarda gerçekten görkemli, ekmek gibi sıcak, inatçı İZLEK yolculuğu...

Ömrünün son yıllarında, tam altı yıl ÇGD genel başkanlığı yaparak, yüreğine bir yolculuk daha ekledi...

Niçindi acaba?

Mustafa Ekmekçi Gazeteciliği'nde aydınlatılması gereken çok önemli bir burç.

Şöyle başlıyor "Özgürlükler" yazısına:

1963 yılı yaz aylarıydı, gazeteci-sendikacı olarak Amerika'da gazeteleri, basın sendikalarını geziyorduk. Toplu Sözleşme, Grev-Lokavt yasaları Türkiye'de yeni çıkmıştı. Amerikalılar, Türkiye'de bizim ne haklar elde ettiğimizi soruyorlardı. Anlattık, Kıdem Tazminatımız olduğunu, işverenin hemen 'pat' diye işten çıkaramadığını, hafta tatilimizi filan anlattık. Bir sendikacı sordu:

'Güzel! Ancak bu hakları siz nasıl elde ettiniz?'

'Valla'  diye karşılık verdim, 'bizim ülkemizde üç yıl önce bir  ihtilal  oldu; 27 Mayıs'ta olan bu devrimi yapanlar, biz çalışan gazetecilere bu hakları verdiler.' Amerikalı yumruğunu sıkarak şu karşılığı verdi:

'Ama biz haklarımızı bileğimizle aldık.'

Düşündüm, karşılık veremedim...

1963...

1990...

Verilenler sözde vardı; meslekte hepsi çekilip gitmişti...

Mustafa Ekmekçi sayrılı bir yürekle 6 yıl da ÇGD'nin genel başkanlığını yaptı; öpüp başa konulası bir inatla. Neydi bu güç, bu inat.

Aldoğan Hanımın ona armağan ettiği en sevgili varlıklarının adlarının gizini hiçbir gün açıklamadı.

Mustafa Ekmekçi Gazetecilik okulunun başında eylem vardı:

Ve hep bir özleme doğru... İnatçı bir izlekle... İnsanın insanlaşmasında güven, güzellik, gönenç, görkemdi...