Neyleyim Mustafa'sız Ankara'yı

Dursun Akçam (Eğitimci-Yazar)

12 Mart 71 darbeli yılların yıkıntısı sürüyordu. "TÖS Davası" ndan yeni "tahliye" olmuştum. Kızılay'da özgürlük turu(!) atarken, köylü kılıklı bir kişi, elindeki pusulayı uzattı, "Bu adrese nerede?" diye sordu. Yeni Ortam gazetesinin Ankara bürosunu arıyordu. Orada "Mıstafa var, onu görecek" ti. Onun "Mıstafa" sı, Mustafa Ekmekçi'ydi. Kuşkusuz önemli bir sıkıntısı vardı. Tanıyor muydu Ekmekçi'yi, sorunu neydi, biraz kurcalamak istedim. Ağzından tek sözcük alamadım. Kuşkulanmıştı benden, belki de polistim? Bir atılımla çekti aldı adresi benden:

"Ben bir adrese sordum senden. Kimi tanırım, kimi tanımam bu senin vazifen değil." Çenesi, çengel bıyıkları hopur hopur oynadı. Nereden geldiğini de söylememişti. Güneydoğu'nun öfkeli Kürtlerinden birisi.

Yeni Ortam bürosuna Ulus'a birlikte gittik. "Mıstefa" nın başı yine kalabalıktı. Başı dertte kalan, başı derde giren soluğu "Mıstafa" da alırdı. Demokrasi kokokrası, hukuk guguk, sen onu külahıma anlat. Mazlumların sesi soluğuydu Mustafa Ekmekçi. Hele darbeli yılların zulmünde her kapıdan kovulanların bir sığınağıydı. Tüm gücünü, gazetecilik olanaklarını sonuna değin kullanarak herkesin yardımına koşardı, yüreğiyle, beyniyle. Dert babası, dertler babasıydı "Mıstefa", Konya'nın köylüğünden bir yiğit.

"Mıstafa"nın yanında dili çözüldü öfkeli Kürt'ün. "Diyarbekir" den gelmişti. Gece yarısı birileri baskın yapmış, nişanlı oğlunu götürmüşlerdi. Gidiş o gidiş, bir daha dönmemişti, "Cendermede yok, poliste yok, mahpusta yok, bir bilen de yok!" Yer demir gök bakırdı, "Bu oğlan nereye gitti, yer yarıldı da yerin altına mı girdi?"

Demişler ki, sen Ankara'ya git, "Gazatacı Mıstefa var, seni oğlunu bulursa o bulur!" Mustafa not aldı, telefona sarıldı. Sonra da olayı haber yapacaktı.

* * *

Ben Mustafa Ekmekçi'yi Gazi Eğitim Enstitüsü'nde öğrenciyken tanımıştım (1957). Sıcak, cana yakın esmer bir delikanlı, elinde kitap, İngilizce çalışan. Köy Enstitülerine, Köy Enstitülü öğretmenlere özel bir sevgisi vardı daha o günlerde. Enstitülerin yıkılmasıyla yürütülen kavganın içinde her zaman Ekmekçi vardı. Gazeteciliğini, kalemini bu yolda sonuna değin kullandı. Okurları daha sonra onu Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmen sanacaklardı!

Darbeler kasırgasında savruldum bir o yana bir bu yana; Ekmekçi ile sıcak bağım hiçbir zaman kopmadı, tüm kırk yıl, Maltepe Camisi'nden sonsuzluğa uğurlayıncaya değin. Şimdi de yüreğimde yaşatıyorum, yaşatacağım ben de bu dünyadan çekip gidinceye değin.

Nerede ve hangi koşullar altında olursam olayım, mutlaka onu arar, can sesini duymak isterdim telefonda. Ankara'da bulunduğum yıllar, Ekmekçi'nin çalıştığı gazete büroları benim uğrak yerimdi, Yeni İstanbul, Milliyet, Yeni Ortam, Cumhuriyet... Bir ben mi? Sorunlu, sorunsuz öğretmenler, işçiler, kimi bürokratlar, sanatçılar, yazar-çizer takımı, say sayabildiğince. Yetmezmişcesine bir de telefonlar gelirdi sağdan, soldan. Kulağında telefon, parmakları daktilo tuşlarında hep onlarla uğraşırdı. Gazete bürosu içinde tek başına bir büroydu Ekmekçi. Onun bu tavrı, doğalki çalıştığı gazetenin yerleşik çalışma düzeni ile bağdaşmazdı. Büro şefi, kimi çalışma arkadaşları bundan dolayı Ekmekçi'ye pek sıcak bakmazlardı. Ama aldırmazdı o. Aldığı önemli notlardan yazdığı haberlerin kimilerini şefin denetimine sunmadan teleksin başına geçer, İstanbul'a ulaştırırdı. Ardından da yazı işlerinde güvendiği arkadaşlarına telefon eder, haberin çıkmasını sağlamaya çalışırdı.

Ne de çok tanıdığı vardı Ekmekçi'nin. Kızılaya çıktığı zaman adım başı bir dostu, bir tanıdığı ile kucaklaşırdı. Kafile giderek büyür, volta atanların trafiği bozulurdu. Bazen hatırdan geçemez, onlarla birlikte bir iki tek attıktan sonra evinin yolunu tutardı. Eşi Aldoğan'ı, kızları Eylem'i, Özlem'i uzun bekletmek istemezdi.

* * *

Ekmekçi'nin son durağı Cumhuriyet  gazetesiydi. Önce haberci olarak çalışacaktı, sonra da bu gazetede haftada üç gün köşe yazarlığı yapacaktı, "Ankara Notları" başlığı altında. Köşe yazarlığına yeni bir üslup, yeni bir renk getirmişti Ekmekçi. Üstünde ayrıca durulması gerekir.

Ekmekçi'nin Cumhuriyet  gazetesinde işe başladığı ilk yıllar, Ankara Temsilcisi Kemal Aydar'dı. "Kemal Ağabey" yöneticilikle, insan ilişkilerini ustaca yürüten güzel bir insandı. Büroda çalışanlar arasında daha başka dostlarım da vardı. Fikret Otyam can dostumdu. Gelgelelim Ekmekçi ile Otyam'ın arası serindi. Benim en büyük sorunum da buydu. İkisi arasında mekik örerdim. Kısa bir süre için giderdim ama yığın yığın sorunları da birlikte götürürdüm, benim, oğullarımın ya da başkalarının. Uzun süre ayrılamazdım. Ekmekçi her zaman dolu olurdu, görücüleri(!) eksik olmazdı. Otyam sanatçıydı, ayrı bir duyarlığı, ayrı havası vardı. "Etkili ve yetkili" çevrelerle ilişkisi daha bir etkin düzeydeydi. Ekmekçi'nin omuz verdiği işlerin bir kısmını Otyam'a havale ederdim. El attığı yerden boş dönmezdi Otyam. Büroda nöbetçi olduğu zaman, gece yarılarına değin bırakmazdı, birlikte olurduk, çok seyrek de olsa. Bazı akşamlar birlikte giderdik Otyam'ın evine. Biz gitmeden Ahmed Arif de çiğ köfteyi hazırlamış olurdu. Ahmed Arif'in ağzından bal akardı, o küfürlü söyleşilerine doyum olmazdı. Arada bir Otyam'ın Güneydoğu'dan derlediği yanık, uzun havaları dinlerdik bantlardan. Otyam eski eşinden ayrıldıktan sonra bu kez yeni eşi Filiz'in hazırladığı mezelerle Ahmed Arif'li üçlü söyleşilerimizi sürdürür, "Hasretinden Prangalar Eskittim" şiirlerini dinlerdik kendi sesinden. Otyam-Filiz eşinin nikah şahidiydik Adnan Binyazar'la Gölbaşı'nda.

Ve 12 Eylül 80 barbarlığı geldi, şirket adına sahibi olduğum Demokrat  gazetesi İstanbul'da kapatıldı, soluğu dışarda almak zorunda kaldım. Tam 12 yıllık bir ayrılık başlamıştı.

* * *

12 Eylül 80 barbarlığında Taner'le baba-oğul sürgündeydik. Küçük oğlum Cahit Mamak'ta tutuklu, idamla yargılanıyordu. "Tutuklu" dedimse, düğün bayram! Onun gözaltı sürecini, gördüğü işkenceleri, anasının bu yüzden çektiklerini Ekmekçi başını kaldırsa da anlatsa bir! Yalnız gözaltı süreci mi, hapisanede tutuklu kaldığı günler de öyle. Ben gitmiştim ama karım bitmişti bu kez de Mustafa'nın yanında. Başı her ağrıdıkça Cumhuriyet Ankara bürosunu doğrulturdu. Yalnız gazete bürosu ile yetinmez, geceli gündüzlü evini de arardı. Neyse ki ekmekçi yalnız değildi, o dönemde bir yiğit gazeteci daha vardı, Erbil Tuşalp. İkisi iki yandan kolları sıvamıştı. Bir Perihan Akçam mı? 12 Eylül vurgunu cümle anaların babaların dayanağıydı bu iki yiğit... Kayıplar, tutuklama, işkence, gözaltı, polis baskını, dışlanma, horlanma, hemen hepsinde başvuru kapısıydı onlar.

Erbil Tuşalp anlattı. Benim hanım içeri girerken bir gün, "İşte yine geldi seninki!" demişler büroda olanlar Ekmekçi'ye bakarak! Ekmekçi ayakta karşılamış her zamanki hoşgörülü, saygılı tavrı ile Perihan öfkeli, itmiş Ekmekçi'yi, ortaya ünlemiş, "Bu gazetede senden başka gazeteci yok mu?" Gönlünü alan, çay söyleyen, kendisini dinleyen yine Ekmekçi! Canım Ekmekçi, o insan yüreğin daha nice bir dayanacaktı!

* * *

Ülkeme dönmek istiyordum, on iki yıl sonra. Pasaport vermiyorlardı bir türlü. Ekmekçi yine devrede. Sonunda Bonn Büyükelçisi Onur Öymen'in araya girmesiyle geçici bir pasaport alabilmiştim Hamburg Başkonsolosluğu'ndan. Ekmekçi uyardı telefonda, "Sakın cuma günü gelme, pazartesi yola çık!" Biletimi almıştım Alman Havayollarından. Üç gün beklemek, üç yıl kadar uzun geldi. Dinlemedim Ekmekçi'yi, ne fark ederdi?

Hava alanına indim, tanımadığım iki kişi karşıladı, "Siz şuradan buyurun Sayın Akçam!" diyerek beni pasaport kontrolüne sokmadan içeri aldılar. Sevindim, büyük bir kadirbilirlik! Bekleyenler arasında Mustafa Ekmekçi en önde, yanında Akın Birdal, Muzaffer Erdost, Vecihi Timuroğlu ve adlarını sayamayacağım tanıdık, tanımadık bir topluluk.

Gazetecilerin sorularını yanıtladıktan sonra Ekmekçi sıyrıldı, yanıma geldi, kulağıma sessizce fısıldadı:

"Seni buradan Emniyet Birinci Şubeye götürecekler, gözaltında tutulacaksın. Bugün akşam oldu. Cumartesi, pazar tatil, gözaltında bekleyeceksin!" Ekledi, "Ben sana dememiş miydim pazartesi gel!" Bende o zaman jeton düştü! Ardından teselli etmeyi de unutmadı, "Aldırma!" dedi, "Bu akşam birkaç yere telefon edeceğim, sana işkence yapmasınlar! Hafta içinde çıkarsın dışarı."

Dediği oldu. DGM Başsavcısı Nusret Demiral'a değin ulaşmadığı kimse kalmamıştı. Avukatım Şenal Sarıhan'ın da çabalarıyla salıverildim. Ama iş bu denlisi ile bitmemişti. Yurtdışına çıkamıyordum. Tam on bir "Tahdit" im vardı. Ekmekçi yine kolları sıvamıştı. İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli'nin, Özel Kalem Müdürü'nün yakasını bırakmıyordu. Tam iki ay sonra bu işler de çözüldü.

* * *

Ortam değişmiş, her şey alt üst olmuştu Ankara'da. Eski dostlardan, dostluklardan eser kalmamıştı. Kimileri de göçmüş gitmişti bu dünyadan. Neyseki sayıları bir elin beş parmağını geçmeyen dostlardan dipdiri kalanlar da vardı oldukları yerlerde. Ama dağınıktılar;  her birinin ayrı bir işi, uğraşı vardı. Ekmekçi yine günlük sesim soluğumdu Ankara'da. Ne fayda, körolası hastalık onu en duyarlı yerinden, yüreğinden yakalamıştı. Bizim evin beş katlı merdivenini direne direne bir kez ancak çıkabilmişti. Sık telefon ederdim, gazeteye gittiği zaman yanına koşar, yalnızlığımı giderirdim. Hava çok sıcaksa çıkamazdı evinden. Onu bekleyenlerle birlikte ayrılırdık Cumhuriyet'teki küçücük odasından, üzüntü içinde. Giderek daha da ilerlemişti hastalığı. Düz yolda bile dura dura yürürdü.

Uzak bir yerden dönmüştüm Ankara'ya. Soluğumu toplar toplamaz Ekmekçi'yi aradım. Aldoğan Hanım, "Mustafa zatürree oldu!" dedi, "Ankara Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Kliniğinde yatıyor!" Ekmekçi, "Sayrılar yurduna" düşmüştü, bir daha da çıkamayacaktı! Ben hastaneye vardığım zaman Aldoğan öğretmeni, kızı Eylem'i başucunda bekler buldum. Serum takılmıştı, sırtüstü yatıyordu. Doktorlar fazla konuşmasını yasaklamışlardı. Ama Ekmekçi durur mu hiç? Yüzü çocuklar gibi şavkıdı:

"Biliyor musun Dursun" dedi, "Benim doktorum Emin Özdemir'in kızı!" Karşılıklı kesik kesik birkaç söz alışverişi. "İki üç gün içinde" iyileşecekti, o zaman uzun konuşacaktık. Durumu daha da ağırlaştı, yeri değiştirildi. Hiç konuşamadık! Maltepe Camisi'nden yüreğimin yarısını da onunla uğurladım. Özlemi büyüdü neyleyim ben Mustafa'sız Ankara'yı?