Köy Enstitülerinin kuruluşunun 34'üncü yılı bu gün. O günleri ben de biliyorum. İlkokuldan bazı arkadaşlarımız bir ara köyden, ilçeden gittiler, sonra onları bir biçim boz urbalar içinde dönmüş gördük. Okulda yoksullara da bu giysilerden vermişlerdi. Hocalar köyünden Hatip Çavuş da gitti. O kısa süre sonra, "eğitmen" olarak geldi köyüne. Saz da çalardı Hatip Çavuş.
Sonra sonra Konya'da kızlı-erkekli enstitülü öğrencileri görür imrenirdim. Bozkır yanığı kızlar, delikanlılar öbek öbek gezerler, disiplinli bir eğitim gördüklerini belli ederlerdi.
Tonguç'u o zaman tanımazdım, nereden tanıyacağım. Haşan Âli Yücel Millî Eğitim Bakanı olarak o sıralar, Konya Lisesi'ne de gelmiş dersler dinlemişti. Lise son sınıflardan birinde, -galiba bunu herkes sorardı- öğrencilerden bazılarına sormuştu:
-Ne olmak istiyorsun?
-Veteriner olmak istiyorum efendim.
-Sen, ne olacaksın?
-Ben veteriner olmayacağım efendim, baytar olacağım...
Bakan gittikten sonra, olay kısa zamanda yayılmıştı. Anlatıp, anlatıp gülüyorduk.
Hasan Âli Yücel, kesin bilmiyorum ama, belki de Konya'nın İvriz Köy Enstitüsünden dönmüş, ya da oraya gitmişti. Umutlar, klasik okullarda değil, enstitülerdeydi.
Köy Enstitüleri kapatıldıktan sonra işin farkına vardım. Enstitülerin önce adlarını değiştirmişler, sonra ilkelerini. Çok eskilerde bir yazımda, "Tevfik ileri, Yassıada'da eski DP'ii olduğundan değil, enstitüleri, kapattığından dolayı yargılanmalı" diye yazmıştım.
Karalamalar, koşullanmış kafaların tutumları yüzünden, Köy Enstitüleri -ilerde daha gür gelişmeleri muştulamak üzere- tarihin sayfalarına karışmıştı. İlk öğretmen kıyımları Tonguç'la, Halil Aytekin'lerle başlar. Daha öncesi var. 1946'larda Behice Boran'a da uzanır, ileri düşüncelere katılamayan düz akıllı, tutucu çevrelerin tek silâhıdır kıyım.
Kapanmıştır, kapatılmıştır ama, bu kapanış, kapatılış o denli yankı yapmıştır ki, kapatan kapattığına, kapatacağına bin pişman olmuştur. TİP de öyle olmuştur. Kapatılmıştır ama -daha bilmiyor çok kimse- bilinçlenme alabildiğine genişlemiş, yayılmıştır. Geçirdiğimiz günler, bunun örnekleriyle dolu değil midir?
Tonguç'la sonradan arkadaş olduk biz daha doğrusu, o beni arkadaş yerine koydu. Gönülsüz, kibirsizdi. Çalıştığım gazete bürosuna gelir oturur, çalışmamı seyrederdi:
-Sen çalış, işine bak. Ben biraz oturup gideceğim.
İşlerimi bitirmişsem, kendisine arkadaşlık etmemi ister bazen:
-Hadi, seninle bir hastaneye kadar gidelim. Orada yatan bir öğrencim var. Hem sen de tanı istiyorum, derdi.
Giderdik.
1960'lardan sonraydı. Kendisini kıyanlar, Yassıada'ya gönderilmişlerdi. Köy Enstitüleri'ni kapatanlar...
-Bak, demişti biri, edenler buldular. Tevfik İleri de gitti Yassıada'ya...
Hiç oralı bile değildi. Elini salladı...
Gitseler ne olacak, kalsalar ne olacak...
★
17 Nisan toplantılarının adını "Anma Toplantısı" koyuyorlar. Yaşayanların anılması gerekli değildir ki. Onlar duyururlar kendilerini her yerde. İşçilerde duyururlar, köylüler de duyururlar, gençler de, çocuklar da duyururlar varlıklarını. Yaşadıklarını, ölmediklerini. Köylülerin uyanmasını, bilinçlenmesini isteyen Tonguç'un hiç bir köyde anıtı yok daha. Ne anıtı, çok ölülerin mezarları bile olmaz. Ama, yaşarlar... Çocuk adlarında yeniden gelirler dünyamıza.
Yeni iktidarın köykentler tasarısında, ilk Köy Enstitüleri'nin o köy kalkınmasının izleri yok mudur?
Yasaklarla bilinçlendi bizim toplumumuz.
Yıllar yıllar geçti aradan...
Dün bir imam geldi Yeniortam Bürosuna. Asılacak adam, kendisine dinî telkinde bulunacak kişiden emin değilse, kabul etmeyebilirmiş onu. Ya dinî telkinde bulunacak olan bir üçkâğıtçı ise? Olmadık şeyleri yapıp, cezalar görülmüşse, yine de mi kabul edilecek? İnsan, bilmese de sezer çok şeyleri. Böyle anlattı imam...
Son şiirini okudum Ergin Günce’nin "Yeni A" da. İki dizesini yazacağım:
Yargıç zaman kazanmak için tarihten
Durmadan satırbaşı yaptırıyor.
★
Arkadaşım Binali Seferoğlu, Muş'tan, Bulanık'tan yazmış mektubunu.
Bu satırları çok uzaklardan yazıyorum. Süphan Dağı'nın eteğinden. Süphan Dağı bir gelin duvağı gibi göklere doğru uzanmış. Delecek havayı, sonsuza ulaşacak gibi. Ne ki doruğunu kara dumanlar kaplamış, görmek olası değil. Çevre tüm kar ve aklık uzanıp gidiyor. Kara dumanlarla kesiliyor bir yerde.
Aklığı kesen kara bulutlara baktıkça hep sizi ansıyorum. Genç bir kızın titizliğiyle, oya işlercesine ince ince ve de özele dokuyorsunuz sosyal bakışı. İşliyordunuz, ne ki bilinmeyen eller bir yerde bunu kesiyor, aklığın üzerine sürüyorlardı karalarını. Süphan'ın doruğunu saran kara bulutlar gibi.
Süphan'ı bilmeyenler için bu kara bulutlar belki umutsuzluk kaynağı olabilir. Ancak hiç de sonsuza dek sürmüyor o kara bulutlar. Tüm doğayı hopur hopur oynatan, dere şırıltısını, kuşların cıvıltısını, tüm canlılara yaşama tutkusu aşılayan seher yelinin kaynağı olan güneş Süphan'ın tepesinden bir gün kesinlikle doğacak, doruğu saran kara bulutlar yitip gidecek, bir daha gelmemecesine...
Seferoğlu, Bulanık'a geçiyor sonra. Orada olup bitenlere:
"Bulanık'ta ise gerçekten hiç bir değişiklik yok. Öğrencisine sarkıntılık eden okul müdürü yine Atatürkçülükten, lâiklikten dem vuruyor. Halka yukarıdan bakanlar, "başıbozuk" diye niteleyip hor görenler, devlet olanaklarını kendi kişisel çıkarları için kullananlar, başını sallayıp maaşını alanlar, güncel çıkarları bozulmasın diye bürokrasiye yağ yakan kasaba politikacıları yerli yerinde, demirbaş gibi duruyorlar.
Duruyorlar, ne ki bu sıra başları da dertte. Çünkü halk onların mavallarını artık yutmuyor ve kendilerini çok gerilerde bırakmış...
Akşamları kendi aralarında oturuyor, zamlar üzerine "ahkâm" kesip duruyorlar... Zamları şişirenler kasaba burjuvazisi ve onlarla bütünleşen bürokrasidir.
Anam her akşam "Olmuyor ki bir gece de eski kasavetle yatalım" derdi. Kederler, kambur üstüne kambur gibi yığılıp dururdu. Sanırım hep öyle gideceğe benzemiyor. Halk uyanıyor... Anama okuyorum yazılarını: "Bu herif beni âleme rüsva etti, ama yazdıkları da doğru" diyerek övüyor seni. Sanırım "karacahil" bu anaların övgüsü, mürekkep yalamışların yergisinden yeğdir..."
Bugün 17 Nisan. Ve...
Yargıç, zaman kazanmak için tarihten
Durmadan satırbaşı yaptırıyor...
17 Nisan 1974