Özlem, Mışıl Mışıl Uyuyordu...

Ecevit'in çeşitli kuruluşlara yaptığı ziyaretleri TV'de izleyenlerden biri, "Aaaa, burası Danıştay değil ki Sayıştay" dedi. Bunu söyleyen seyirci, Sayıştay'ı da Ecevit'in çevresindekileri de tanıyordu. Halbuki, TV kameramanı Ecevit'i Sayıştay'da gösterirken spiker:

-Şu anda Başbakanı Danıştay üyeleriyle birlikte görüyorsunuz... demişti.

Danıştay'ı kıyıma uğrayan memurlar için verdiği "yürütmeyi durdurma" kararlarından olsun, herkes tanır da, Sayıştay'ı -gerçekten- pek kimse bilmez. Eski adı "Divan-ı Muhasebat"tı. O zaman da çok kimse bilmezdi, Divan-ı Muhasebat'ın ne yaptığını. Hele, gazeteciler için pek haber kaynağı bile değildir Sayıştay. Geçenlerde, Çalışma Bakanı Önder Sav, yurt dışına eski bakanın yolladığı yirmi beş gazeteciyi geri çekiverince, ortaya çıkıverdi sorunun kökeninin Sayıştay'dan çıktığı... Boru değil, devlet para ödeyecekti. Sayıştay da devletten ödenen paraların denetçisiydi. Görevini Türkiye Büyük Millet Meclisi adına yapardı. Ancak, Meclis'te bile çok kişi bunun farkında değilmiş o da başka. Sayıştay'ın ödemeyi onaylamadığı pek çok olay geçti, geçmişte. Hiç biri gazetelerin konusu olmamıştı. Nasıl olsun, kimse bilmiyordu ki... Bir, AP'li senatör Fethi Tevetoğlu kitaplarını bakanlıklara satmış, satıştan sonra, Sayıştay bakanlıkların bu ödemelerini onaylamamıştı. Bu gazetelerde çıktı o zamanlar...

Örneğin unutmamışsınızdır, bir "Berber Nuh" olayı vardı. Süleyman Bey, yurt dışında Nazmiye Hanım'ı da götürdüğünde, "Berber Nuh"un da gittiği ortaya çıkıvermişti. Bir gazetecinin habe vermesi üzerine gazeteciler, olayı parmaklarına dolamışlar, sütunlar dolusu yazılar yazmışlardı Berber Nuh üstüne. İş orada kapandı, sözde. Hayır kapanmamıştı bu kez, Sayıştay, Berber Nuh'un yol masraflarının devletten ödenmesine karşı çıktı. Yazışmalar, çizişmeler oldu. "Berber Nuh, aslında MİT'tendir, görevlidir" gibilerinden baskılar yapıldı Sayıştay'a. I-ıh.. Sayıştay, Nuh demiş, başka şey dememişti. Nuh'u götürenlere "zimmet" gösterildi masrafları.

Cemal Tural'ın Genelkurmay Başkanlığı dönemi, "şaşaalı" günleriydi. Hani, İlhami'in dövüldüğü yıllar belki. Tural, hastalandı bir gün, Gülhane Askerî Hastanesi'nde yatacaktı. Hastanenin o zamanki işgüzarları, Genelkurmay Başkanı yatacak diye -yatacağı odayı- boyatıp, donatmışlar on beş bin lira masraf etmişlerdi. Sayıştay, geri çevirdi boyama, donatma masraflarını.

Sunay zamanında, zaman zaman ona eşlik edip gezilere katılan oğlu Atilâ'nın da masraflarını kabul etmemişti Sayıştay. Pek çok örnek gösterilebilirdi daha, bu kuruluşun çalışmaları üstüne. Devlet harcamalarının, devlet kesesinden alınan paraların nereye gittiğini inceden inceye araştırıp, titiz çalışan bu kuruluşun kimsenin farkına varmayacağı biçimde sessiz çalışmış olması da övmeye değer gerçekten.

Herkesin, hesaplarının didik didik edileceğinden haberi olması zararlı değil yararlıdır aslında. Orduevi hesaplarının bir gün inceden inceye gözden geçirileceğini bilse, emekli Orgeneral Tabîî Üye Sunay herhalde, Orduevi'nin "Kral Dairesi"nde öyle yan gelip aylarca yatamazdı. Seçim öncesinde AP'ye giren eski İzmir Sıkıyönetim Komutanı emekli General Cemal Süer de. Çünkü, Orduevi Yönetmeliğine göre emekli subaylar en çok süreli on beş gün yatabilirler orada.

Sayıştay gibi değil, fakat çalışmalarına yeni yeni başlayabilen başka bir kuruluş var; Askerî Danıştay. Daha önceleri yoktu. Askerlerin yönetim ile ilgili dâvalarına da sivil Danıştay bakardı. 12 Mart'tan sonra, çeşitli girişimlerde bulunmuş olanlar, bunların hukuk denetimi konusu olmaması eğilimindeydiler. Anlatıldı ki, böyle şey olmaz. Dünyanın her yerinde "tasarruflar" bir hukuk denetimi altındadır. O zaman, "bari askerlik işleriyle dâvalara siviller bakmasın" dendi, ve halk dilince Askerî Danıştay denen, yasal adıyle Askerî Yüksek Mahkemesi ortaya çıktı. Kuruluşu da Anayasaya kondu. Bu kuruluş -bir yüksek mahkeme olarak- haksız gördüğü işlemleri iptal etmekte, örneğin ordudan çıkarılmış bir subayı, uygun görürse, yeniden görevine geri döndürmektedir. Sivil Danıştay gibi çalışmaktadır. İleride nasıl gelişme göstereceğini bilemem ama, askerî yönetimin "tasarruflarının" böyle bir hukuk denetiminden geçmesi, hukukumuz açısından yerinde olmuştur.

Ancak, burada beni -ve aldığım mektuplara göre çok okuru- düşündüren bir sorun da var. Şu: Askerî Danıştay, kararı ile örneğin ordudan uzaklaştırımış yahut emekliye sevkedilmiş bir kişiyi yeniden orduya döndürebiliyor da, genel af gerçekleştirilirken disiplin cezası almış olan askerler, mesleklerine geri döndürülemiyorlar. Tutuklanıp yargılanan, hüküm giyen, yahut beraat eden bir üniversite öğrencisi aftan sonra, başladığı okuluna yeniden gidecek, öğrenimini sürdürecek de öğrenci daha önce askerî okulda ise, oraya dönemeyecek. Bunda bir aksaklık sezmiyor musunuz? Bu yalnız öğrenciler için değil, meslekleri olanlar için de böyle. Örneğin bir yargıç, doktor, mühendis, avukat mesleğini eskisi gibi yapabilecek de subay başka meslek aramak durumunda olacak. Ayrıca, Askerî Danıştay kararları buna izin verebilecek de, af tasarısı -ne hikmetse- bu konuda da güdük çıkacak. Ben akıl erdiremiyorum...

Af konusu açılınca, değinmeden geçemeyeceğim. Genel af çıkacak diyoruz, eylem suçlarını -devede kulak- indirimle düşünüyoruz. Çağımızın olaylarıydı onlar, dünyanın hemen bütün ülkelerinde kapandı, kapanıyor. Bunun altına kalın çizginin çekilmesi, bütün eylem sanıklarını, hükümlüleri dışarı çıkarmakla olabilirdi ancak. Herkesin çıkarılıp, içerde 40-50 kişinin bırakılması ise, Türkiye'nin bu hale getirilişinin tek sorumluları anlamına gelir ki, yanlış bir yargı olur bu. Meclis'in ikinci kat koridorunda, koalisyon görüşmeleri yapılırken MSP'lilerle konuştuğumuz olurdu yer yer. Şöyle demiştim:

-Asıl sizler, eylemlere karışmış çocukların affına karşı çıkmamalısınız, ne dersiniz?

-Anlamadım. Neden?

-Türkiye'de bu olaylar olurken, siz bebektiniz. MSP olarak yoktunuz bile. Halbuki, şu tutumunuzla, o olaylardan sorumlu olanlarla, olayları önleyecek durumdayken önlemeyenlerle bir olmuş olmuyor musunuz? Örneğin, bir Süleyman Bey'le...

Karşılık verememiş, susmuştu.

Yurtta gerçekten barış ve özgürlük ortamını isteyenler, kapıları ardına kadar açarlar.

Gönlüm; böyle istiyor diye gerçekleri görmüyor muyum? Affın nasıl ve ne oranda çıkarılabileceğini bilmiyor muyum? Elbette biliyorum. Ancak, nasıl ve ne biçimde -kademeli, kademesiz- çıkarılırsa çıkarılsın, gerçek barışın ve huzurun, kapıların ardına kadar açılmasından sonra geleceğine inanıyorum...

Sabah çayımı yudumlarken düşünüyordum bunları. Eylem, dizime tırmanmağa uğraşıyor, Özlem'se içerde uyuyordu. Bir ara, Özlem'in yattığı odaya girdim. Arkamdan da Eylem. Doğru Özlem'in yanına gitti:

-Ne güzel uyuyor baba...

-Sus kızım, uyandıracaksın kardeşini...

-Çok güzel uyuyor.

-Hadi çıkalım, dedim. Çıkardım Eylem'i dışarı. Özlem, mışıl mışıl uyuyordu...

18 Şubat 1974