"Baba, Seni Sokakta Öpiym mi?"

İş arasında geldi, sarı saçları omuzlarına dökülmüş, şapkalı hanım. "Oturun, buyurun" dedim. Oturdu. Çalışırken, bir ikinci konuyla ilgileniyorum desem yalan olur. Bir süre ilgilenemedim. Yüzünden tanımıyordum tabiî. O, "Ankara Notları"ndan tanıyor, ben kardeşini tanıyorum, bir kez de telefonla görüştük. Başında bere biçimi bir şapka var. Rengini söylemiyeyim, yanılırım belki.

-Size Oya Baydar'ı soracaktım. Arkadaşım da...

-Oya İstanbul'da. Yazılarını İstanbul'dan yazar.

Çay ısmarladım ona. Oya'yla "Kazıkiçi Motel"den tanışırlarmış. Daha çok arkadaş adı saydı. Biri, ona içerde örgü örmeyi öğretmiş. İçeri alınışını da, beraat edip çıkışını da gazeteler yazmamış bile.

-İçerde ne arkadaşlarım vardı. Bir kedimiz vardı. Adını "Maskot" koymuştum ben. Onu beslerdik içerde.

-Neden girmiştiniz?

-Bir telefon konuşması... Deniz Gezmişler asılmış mıydı, yoksa daha öncesi miydi, o sıralar. Bir telefon numarası yanlış düştü. Karşıma çıkan, "Konuşalım" dedi. "Ne konuşacağız, benim canım sıkılıyor" dedim. "Neden?" diye sordu. "Neden olacak, Allah'ın verdiği can alınır mı, yazık..." dedim. Meğer telefonlar dinlenirmiş. Suç olan bir fiilî övmek suçundan gözaltına alındım, ertesi günü. 28 gün kaldım içerde. Kızlar, önce beni MİT'ten sandılar. "Böyle şey olur mu?" dediler. Mahkemeye çıktım, beraat ettim. Amma, işimden oldum. Tam iki yıl kimse kapımızı çalmadı. Bir ara yaşlı anamı da getirdiler, o da kaldı Kazıkiçi Motel'de üç gün...

"Yazık" sözünden "orduya da hakaret etti" diye yargılanmış. Zor kurtarmış paçasını. Ayrıldı, gitti sonra...

Öyküsü uzun. Öyle işkence filân yapılmamış. O zamanlar pek yoktu demek. Daha başları mıydı işlerin ne?

Madencilik-İnşaat İşleri Türk Anonim Ortaklığı'nda çalışan 200 işçi, işverenin baskıları karşısında başbakana başvurma zorunda kaldılar, gazeteler yazdı. Açlık grevine gitti işçiler, içlerinde hasta olanlar var.

İşçilere baskı yaptığı ileri sürülen genel müdür, Mitaş Genel Müdürü Necati Türkeri, 1971 Eylül'ünde kıyıma uğrayanlardan. Sonradan durumu düzeltilmiş ya, kıyıma uğradığı günler, tozlu, berbat bir odaya verilmiş, sürülmüş yani. Orada, arayanı soranı olmuş mu olmamış mı bilmiyorum. Fakat, bürokrasinin çarkı onun da boynundan geçmiş bir zaman. Kıyılmış da, kıymanın acısını çabucak unutmuş. Öyledir...

Halen içerde bulunan tutuklular, yanlış bir yorumla "asker kişi" sayıp geçmişiz. Başbakan Ecevit de, Timisi'nin bir sorusuna verdiği karşılıkta aynı yanlış yoruma düşmüş, yahut düşürülmüş. Şimdi, iğerden başbakana karşılık veriliyorlar: "Bizim asker kişi sayılmamız yasada sadece yargılanmamız ile ilgilidir" diyorlar. Askerî mahkemelerde yargılanmamızla ilgili. Öyle gerçekten. Örneğin oy kullandılar. Halbuki, askerliklerini yapan erler oy kullanamazlar.

"Asker kişi sayılmamız, bugüne kadar her türlü zulmün, baskının ve kanunsuz işlemin gerekçesi olmuştur" diyorlar. Şöyle devam ediyor dilekçeleri:

Biz tutuklulara dayak atılırken, 'asker kişi' olduğumuz ileri sürülüyordu. Tutuklular (askerî eğitim) adı altında yerlerde sürünmeye mecbur edilip, arkalarından tekmelenirlerken, bu keyfî yoruma dayanılıyordu.

Havalandırmalara uygun adımla çıkma mecburiyeti, sayımlarda yapılan askerî talimler 'askerî disiplin' gerekçesiyle açıklanıyordu.

Erkek tutuklu arkadaşlarımız, dayak ve baskıyla kravat takmaya zorlanırken 'asker kişi' oldukları söyleniyordu. Kanunsuz ve keyfî olarak dilekçelerimiz yollanmadı. Mektuplarımız imha edildi. Bazı kitap ve gazeteler verilmedi. Bütün bu kanunsuz uygulamalara gerekçe olarak 'asker kişi' olduğumuz gösterildi.

'Tutuklularla ilgisi olmayan helâların temizletilmesi, buz kırdırtmak, vb. angaryalar, hep aynı gerekçelere dayandırılmıştır.'

Askerî cezaevlerindeki kanunsuz ve keyfî davranışlara son verilmesini istiyorlar dilekçeyi imzalayanlar.

Dilekçe metnini geniş olarak haber sütunlarında okuyacaksınız.

Demokratik hukuk devleti adımını atmış olanlardan, içerdekilerle ilgilenmelerini, özellikle hasta olanların, artık keyfi olarak işkence sayılan hastaneye yollamama, savsaklama gibi işlemlerden kurtarılmalarını bekliyoruz...

Bazı askerî mahkemelerdeki uygulamalar, "nasıl olsa af çıkacak, biraz daha eziyet edelim" anlayışından çıkmalıdır.

14 Ekim'den, 9 Aralık'tan sonra olsun kafalarda bir değişiklik olmasını beklerken, bunun sürüp gitmesini nasıl yorumlayacağımı gerçekten bilmiyorum...

Özlem'le Eylem'i hastaneye götürdük izin günümde. Özlem'in ayakları içeri içeri basıyordu. Gözlerinde de hafif şehlalık var. Göz doktoru, Özlem'i kandırabilmek için yanına çağırdı:

-Gel bak, sana şeker vereceğim. Parmağıma bak, bak...

Özlem'in çok hoşuna gitti, doktor amcası. Eve dönünce Emine Hanım'ın gözlerine bakmış. Minik parmağını gezdirerek:

Bak, bak şeker, şeker... demiş.

Hastaneye de gitmiş olsak, yaradı çocuklara, sokağa çıktık diye sevindiler. Eylem her sabah, evden çıkarken alıştı. Öyle diyor:

-Baba, seni sokakta öpiym mi?

Seviyor işte sokakları. Herkes dışardayken, o içerde kalmak istemiyor...

17 Mart 1974