İkinci Baskıya Önsöz, Özür Yerine...

"Ankara Notları"nı ilk, 12 Martlar’da yazmaya başladım; demek aşağı yukarı çeyrek yüzyıla yaklaşmış. Geçen günlerin, haftaların, ayların, gecelerin gündüzlerin dili ağzı yok ki. Tek mutluluğum, o günlerin acılarının, sevinçlerinin ağzı, dili olmak, bir bakıma yüreği olmak. Kendi kendime düşündüğüm olur:

-  Sen kara günlerin yazarısın! Ortalık süt liman olunca ne yazacaksın?

"Ankara Notları"nın türünü, belki bu yüzden, belki başka nedenlerle kimse doğru dürüst bir yere oturtamadı. Bir tek, yazı türleri yüksek öğretmeni Emin Özdemir, "özöyküsel, sorunsal yazı türü" dedi. Öyküye benzetenler çok oldu. Tomris Uyar, bir kitabını yollarken, "Öykücü Mustafa Ekmekçi'ye" diye imzalamıştı. Belki sonra pişman olmuştur yazdığına.

Bir yayıncı arkadaşıma, "Ankara Notları"nı kitapta toplamak istediğimi söylediğim zaman, dersimi verdi:

-   Biz, edebi değeri olan eserler yayımlıyoruz. Öykü, roman gibi!

Ben romancı, öykücü değilim. Gazeteciyim. Ne yapalım?

Uzun süre kitap yayımlamamaya karar verdim. Yazılar birikti kaldı. Bu yıl, belki birkaç kitapla, okurun karşısında olurum. Kitap çıkarmak da öyle zor ki. Okurlar, gazeteyi güç alıyorlar, kitabı nasıl alsınlar? Bir de, halk kitap okumuyor, gazete okumuyor, derler. Okunacak ne veriyoruz ki okurlara?

Ben inanıyorum, Türkiye'de yaşayan insanların, korkunç denecek bir sezgisi vardır. Doğruyu yanlıştan ayıran bir sağduyusu. En çıkmaz görünen sokaklardan, çıktığını görürsünüz.

Kafa ütülemeden yazmayı ilke edindim. Yazılarda, bir gülümsemeyi, insanlara çok görmedim. Vedat Dalokay, öyle derdi:

-  Senin yazılarını okuyanlar, öyle kahkahalarla gülmezler, yapmazsın bunu. Ama, kesinlikle dudaklarda bir gülümseme eksik olmaz.

Vedat ressam, bir yanıyla karikatürcüydü, Tan Oral gibi. Tan Oral da, gerçekte mimardı. Çizerliğe sürüklenmesi, sanat aşkından gelir. Vedat Dalokay anlatmıştı:

-   Cemal Nadir'i ben öldürdüm!

- Nasıl?

-   Bizim okula çağırmıştık. Sahne de rüzgar, her yer açık. Geç vakit evine götürdük, üşütmüş, oymuş kurtulamadı öldü.

Vedat Dalokay için bir de yalan söyledim. Bakın nasıl söyledim?

Vedat Dalokay, -o zamanki adıyla- Sovyetler Birliği'ne, Moskova'ya giderken, Devrimcilerin gömütünden bir torba toprak götürmüştü. Bunu, nasıl olabilirse, öyle kapalı biçimde "Ankara Notları"nda yazdım. Vedat gitti, geldi. Gerici basında kimi kalemler, yazımdan esinlenerek:

-   Belediye Başkanı Vedat Dalokay, Nazım'ın mezarına Türkiye'den toprak götürdü! diye yaygaraya başladılar. Savcılık, benim yazıyı da kesmiş, dosyaya koymuş. Vedat'ın kımıldanacak yanı yok. Vedat'a savcı soruyor:

-   Siz Nazım Hikmet'in mezarına toprak götürmüşsünüz. Ne diyeceksiniz?

-    Kim söylüyor, benim toprak götürdüğümü?

-    Mustafa Ekmekçi köşesinde yazmış!

-   O zaman, siz bana değil, Mustafa Ekmekçi'ye sorun! O götürdüğümü söylüyorsa, kabul ediyorum.

Savcı, beni çağırdı. Yazıcı filan hazır. Soruldu:

-   Haberi nereden aldınız? Vedat Dalokay, devrimcilerin mezarından toprak alıp, Nazım Hikmet'in mezarına koymuş.

Ben Savcıya sordum:

-    Kendisi ne diyor?

-    Bir şey demiyor. O da sizin açıklamanızı istiyor.

-   Bir kez kaynak açıklayamam. Zaten, şimdi bilmiyorum. Kimdi telefon eden?

-    Siz böyle, her telefon edenin dediklerini yazar mısınız?

Ne yanıt vereyim? Sustum. Savcı, yeniden sordu:

-    Yazınız çok kapalı yazılmış, doğru olmayabilir mi?

Yaradana sığınıp karşılık verdim:

-    Olmayabilir!

-   Yaz kızım, aldığı haberin doğru olmayabileceğini söyledi. Başkaca bir diyeceği olmadığını bildirdi, okuyup imzaladı.

Vedat kurtulmuştu!

12. Mart'ın başlarıydı. Avrupa'dan bir haber gelmişti, Avrupa Konseyi'nde, Türkiye, işkenceler, kötü davranışlar nedeni ile -bir bakıma- yargılanıyordu. O zaman, Türk Haberler Ajansı'nda çalışıyorum. Böyle bir haberi bir gün yazdık. Ben, ayrıntılı bilgileri verdim. Mithat Sirmen kaleme aldı. Ertesi gün, bir İzmir gazetesinde, haber manşetten yayımlanmış. "Avrupa Konseyi'nde Türkiye Yargılanıyor!" diye. Başbakan Nihat Erim'i gördüm:

-   Haberiniz dolayısıyla size soruşturma açılacak!

Sesimi çıkarmadım. Ne yapalım, açılır açılır.

Evet, Sıkıyönetim'den telefon ettiler:

-  Türkiye, Avrupa Konseyi'nde yargılanıyor, haberini kim yazdıysa gelsin, şimdi bir jeep gönderiyoruz.

Az sonra jeep geldi. Mithat'a:

-   Haydi, dedim gidiyoruz! Jeepe atladık, ver elini Mamak!

Vardık. Hemen Adli Müşavir Yargıç Albay'ın odasına aldılar. Ayakta bekleşiyoruz. Yargıç Albay sordu:

-   Haberi kim yazdı?

Mithat susuyor. Ben atıldım:

-   Arkadaşım yazdı!

-   Eee, siz niye geldiniz? Siz çıkın dışarı...

-  Efendim o yazdı ama, ben de ona bilgiler verdim. Haberi birlikte hazırladık!

Albay, şaşırmıştı. Şöyle dedi:

-  Türk basını buraya geldi mi? Çok ilginç! Oturun, dedi bize ne içersiniz?

Ben az şekerli kahve söyledim. Mithat ne söyledi, unuttum. Albay konuşmasını sürdürdü:

-  Başbakan'ın imzasıyla bir yazı aldım. Hakkınızda soruşturma açmamızı istiyor. Ama, ben açmayacağım. Başbakana bir mektup yazıp, "Gazetecilere gerekli uyarı yapıldı" diyeceğim.

Yargıç Albayın yanından uçar gibi çıktık!

"Kuzguna yavrusu anka görünür" derler. Kitabım da benim çocuğum. Bir yeni kitap çıkınca, bu yüzden belki, "Analı babalı büyüsün!" demeleri. Kitapta, Eylemle Özlem geçiyor sık sık. O çağın, çocuklarıydı onlar, şimdi biri 24, biri 23 yaşında. O yıllar doğan çocukların adları oldular. Eylemler, Özlemler, Devrimler, Barışlar, daha niceleri bir araya gelseler ne denli ilginç olurdu?

Çeyrek yüzyıla yaklaşan bir dönemin yazılarına bakıyorum da, günümüzde de çok bir değişiklik olmamış. Kimse, geçtiğimiz dikenli yolları, acıları, üzüntüleri anımsamak istemiyor.

Politikacıları yazmışım; çoğu yine ortalıkta. 25 yıldır neyseler yine öyleler. Kafalar değişmemiş kafalar! Yalnız bundan dolayı, okurlardan özür dilemek istiyorum.

Arkadaşlarım çok uğraştılar ama, bazı sözcükler, çok yerde, yine yazılış biçimi yanlış olarak kaldı. Zamanla bu sözcüklerin yazılış biçimleri değişmişti çünkü.

26 Mayıs 1974 günlü "Ankara Notları" şöyle bitiyordu:

"Can Yücel, "Sevgi Duvarı" kitabını yollamış içerden. Kitabın iç kapağına da kitabında yer almayan yeni bir şiirini yazmış:

-Mustafa Ekmekçi'ye, bu işten anlar diye-

"Meydancılar, Ekmek geldi!

Acele kapı altına gelin meydancılar!"

Hoparlörden yayılan o dâvûdî ses,

Ses değil canım... Buram buram kokuşuydu

Nar gibi kızarmış, sıcacık ekmeğin...

Acıkmış parmaklar arasında bölünürkenki kokusu

Özgürlük ekmeğinin..."

Kitabın hazırlanmasındaki katkılarından dolayı, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'inden Derya ve Abdullah'a, Seniye Yücel, Ali Tartanoğlu, Bekir Öztoprak ve Gökhan Bozkurt'a; dizgideki titizliğini gerçekten takdir ettiğim Hulusi Bozbaş'a, Kozan Ofset Matbaası emekçilerine ve Hüseyin Kozan'a, özgün kapak için Nezih Danyal'a teşekkürü zevkli bir görev sayıyorum.

17 Ocak 1995