İnönü, Başbakanlığı sırasında Yüksek Plânlama Kurulu'nda bir gun uzmanlara şöyle demişti:
-Ben, tehlikelerin üstüne gitmem, tehlikeleri yıpratırım. Atatürk, tehlikenin üstüne giderdi. Çok zaman sonuç da alırdı. Amma, Atatürk'ün de önce tehlikeyi yıpratma metoduna başvurduğu olmuştur.
Burada "ikinci adam"ın, bir kompleksini sezmemek mümkün değil. Atatürk, tehlikelerin üstüne giden adam -zaman zaman- İnönü’nün uyguladığı metodu uyguluyor. Buna benzer bir örneği, "Ankara Notları"nda yazmıştım. Prof. Afet İnan'a "zaten her iyi şey Atatürk'e mal edilir. Bütün kusurlar benim omuzuma yüklenir" diye dertlenişini.
Köy Enstitüleri fide çağındayken, boğulur. Haşan Âli Yücel den sonra Köy Enstitülerine en karşı olan Reşat Şemsettin Sirer getirilir. Arkasından da Tahsin Banguoğlu. Hangi tehlikeleri yıpratmak? Aynı konu galiba, Şevket Süreyya Aydemir'in İsmet Paşa'ya yönelttiği sorulardan biridir:
-Haşan Âli Yücel'den sonra bakanlığa neden Reşat Şemsettin’i getirdiniz?
-Kimi getirseydim?
-Kim olursa olurdu, bir enstitü müdürünü getiremez miydiniz?
-Ben o zaman Cumhurbaşkanıydım. Dik kafalı Recep Peker Başbakan. Getirdiği listeyi onayladım.
Belki konuşma tam böyle geçmemiştir. Belki de, İnönü'ye şöyle bir cevap daha verilebilir:
-Başbakan, katı ve söz dinlemez olabilir. Ancak, Cumhurbaşkanı'nın "şu bakanı değiştir" demesine de ses çıkarmayabilir. Öyle değil mi?
Bunun örneği, İnönü'nün de Başbakan olarak başından geçmiştir. Gürsel, kendisine kabine kurma görevi verdiğinde -görevlerden birinde-
İnönü, listeyi hazırlamış, Gürsel'e götürmüştür. Gürsel listeyi incelerken, Sağlık Bakanı olarak Dr. Kemali Beyazıt'ı görünce, İsmet Paşa'ya şunları söylemiştir:
-Paşam, ben albayken bu zat Sağlık Bakanıydı. Orgeneral oldum, devir de değişti, yine karşımda Sağlık Bakanı diye o mu olacak? Lütfen değiştirin onu.
İnönü gülmüş, "peki" diyerek, Kemali Beyazıt'ın yerine bir başkasını bulmuştur.
Demek, o zaman -Köy Enstitüleri zamanı- tehlikeleri yıpratıyorum, diye İsmet Paşa Köy Enstitülerini yıpratırmış...
Toprak reformu öyledir. Türkiye'nin geri kalışı, yoksulluk içinde yüzüşü öyledir. Türkiye'de aydın yetişememesi, kitap yasaklamaları, okur-yazarın cezaevlerinde eğitim görmeleri öyledir. Belki de tehlike yıpratılırken yıpratılmışlardır bunlar. Sözde korunmak istenirken boğulmuşlardır. Sokaklarda, parklarda, köylerde, gecekondularda yoksul bırakmamaktı marifet. Onları daha sefil bıraktıktan sonra, hangi zirveye, hangi tepeye çıkarsanız çıkın. Sonunda, "profesyonel yönetici" derler ya, onun da bir işe yaramadığı, parmak kadar çocuklarca yüzünüze söyleniverdiğinde yüceleşmesi, halk gözünde tutması bundan değil mi? Karaoğlan'ın ne hanı, ne hamamı, varlığı, mirası şusu busu olmayacak belki. Amma, yücelik bir yerde bu değil mi?
Gerçekte en büyük yanlışları İsmet Paşa yapardı. Kimse karşısında bir düşünce söyliyemezdi ki. Yanlış yapınca da eleştirilemezdi ki. O Paşa'ydı çünkü. Kişi elini öptüğünü kolay eleştirebilir mi? Bir gün, dört beş gazeteci, Paşa'yı bekliyorduk. Karanfil Sokakta olan CHP Genel Merkezi'nin merdivenlerinde. Ben elini sıktım Paşa'nın. Daha sonra arkadaşlar elini öptüler. Elini öpenleri kucaklayıp yanaklarından öpmüştü. Bana da şöyle bir bakmıştı. Cezalanmıştım ben, elini öpmediğim için. Şimdi, kendi koyduğu ilkeleri uygulayanları cezalandırışı da, elini öpmediklerinden midir?
TİP, 15 milletvekiliyle parlamentoya gelince, İnönü "en çok beğendiği disiplinli parti" diye nitelemişti. İlk kez şike olmayan, gücünü vatandaştan alan bir sosyalist parti kurulmuştu. 12 Marttan sonra, Anayasa Mahkemesi partiyi Siyasî Partiler Kanunu'nun bir maddesine aykırı hareketten kapattı. Aynı Anayasa Mahkemesi, başsavcılığın TCK'nun 141-142. maddelerine ilişkin iddia ve hazırlıklarına iltifat etmedi. Çoğu- na başsavcılık cesaret edemedi. Yani sosyalistlerin partisi, "komünistlik iddiasından kapatılmadı. Turhan Feyzioğlu, Avrupa Konseyinde "TİP'i Anayasa Mahkemesi kapattı. TİP yöneticileri komünisttirler” derse de inanmayın, kimse inanmadı zaten.
TİP yöneticilerinden Prof. Sadun Aren’in bir söyleşi sırasında galiba, söylediği şu sözü unutmamışım:
-Biz, herkes sosyalist olsun demiyoruz. Vatandaşı, sosyalist bir parti olan TİP'e oy verecek duruma getirelim yeter...
TİP'e oy veren herkesin, dağdaki çobana kadar sosyalist olduğu söylenemez. Ancak, TİP'e verilen oylar "sosyalist" bir partiye verilen "sosyalist" oylardı. Adayları sosyalistti, yöneticileri sosyalist. Şimdi, bu sosyalist yöneticiler, Anayasa Mahkemesi'nin partiyi kapatırken verdiği kararla çelişen bir mahkeme kararıyla on beş yıla kadar mahkûm edilerek cezaevlerine kondular. Büyük kongre kararına el kaldıran, onlara oy veren sosyalistler ise dışarıda. Onları da içeri alsınlar mı diyorum? Ne münasebet? İçeri alınanlarda bile mahkeme karar çelişkileri, adlı yanlışlıklar olabileceğini söylüyorum. Ben "muhbir" değilim.
İnönü'ye gelince, tartışılan demecinde nedense "sosyalist" sözcüğü yerine, "marksist" sözcüğünü kullanıyor. İhbar ediyor, bir bakıma yüz binlerce seçmeni. "Bu seçimlerde Türk solunun marksist kanadı da kendi arasında bir tartışmanın içinde görülüyor. Kendi partilerinden yoksun girdikleri seçimde nasıl bir vaziyet alacaklardır. Bunların en yaygınlarından bir tanesi de kendilerine yakın ve elverişli buldukları bir sol parti için oy kullanmaktır. Bu partiyi henüz tam kıvama gelmiş saymamaktadırlar. Ama onu kuvvetlendirmenin hem o parti içinde, hem seçimlerden sonra siyasî hayatta kendilerinin faaliyet imkânını kolaylaştıracağı düşüncesindedirler. Partiyi bütün bütün, kayıtsız şartsız teslim alabilirlerse onu kendi partileri yapacaklardır. Bunu başaramadıkları takdirde bir yolu, onun sırtında gitmiş olacaklardır. Bu hesaplar solun marksist kanadında açıktan yapılıyor" diyor İsmet Paşa...
Oğlu Erdal İnönü'ye sorsun bakalım. Babasının demeci için ne düşünüyor.
24 Ağustos 1973