Dışardaki Gençlik!

Adam önce tabancasını kılıfıyle birlikte belinden çıkardı. Masanın üstüne koydu. Sonra, tabancanın şarjörünü çıkardı, gürültülü bir şakırtı duyuldu bu sırada. Çevresindekileri süzdü. Sonra, ceketini de çıkararak kısa bir süre barfiks yaptı. Yorulunca da, önce şarjörü tabancaya yerleştirdi. Beline taktı. Ceketini giyip, çıktı gitti...

Olay, bir akşamüstü Cebeci'de Hukuk Fakültesi'nin arkasındaki Cebeci Öğrenci Yurdu'nda geçiyordu. Barfiks yapmağa meraklı adam, bir polis memurundan başkası değildi. Öğrenciler, yurda gelip barfiks yapan polis memurunu kaçamak gözlerle seyrettiler bir ara...

12 Marttan sonra kapatılmayan yurtların arasındaydı Cebeci Yurdu. Hoş, burayı da SBF Yurdu gibi kapattırmak için komandolarca kantin kavgaları çıkarılmaya çalışılmamış değildi. "Yurtta tamirat var" denilerek, öğrenciler bir ara "Site Yurdu"na yollanmak, orada ezdirilmek istenmemiş miydi? 12 Marttan sonra yurt kapatılmamıştı ama, tüm öğrencileri denetleyebilecek kadar sivil polis rahatça barınıyordu yurtta. 12 Marttan hemen sonra, şimdi erkek öğrencilerin banyo yeri olan yerde sivil polisler yatırılırdı.

14 Ekim seçimlerinden sonra hava biraz değişir gibi oluyordu. Fakat, nedense kitaba karşı 12 Mart döneminin düşmanlığı eksilmedi bir türlü. Bir hafta kadar önceydi, yurdun okuma salonuna birkaç sivil adam geldi. Ellerinde ölçü âletleri, salonun enini, boyunu ölçerken, okuma masalarına -nedense- dikkatle göz atıyorlardı. Bunlar, öğrencilerin yakından bildikleri sivil polislerden başkası mıydı? Salonun neden ölçülüp biçildiğini yurt yöneticileri de bilmiyorlar, sorulara karşılık veremiyorlardı.

21 Ocak günü, yurda sivil polisler geldi. Belki polis de değillerdi, kimse kimlik sormuyordu ki... Yurda girmek, hele öğrencilerin odalarına çıkmak yasaktı. Fakat bunlar, yurt ilgilileriyle birlikte yurdu aramağa başladılar. Ellerinde "arama emri" var mıydı? Bütün yurt aranmıyor da, gelişigüzel girilen odalar aranıyordu. Hiç bir şey yazmadan, tutanak da tutmadan bazı kitapları alıp götürdüler. Götürülen kitaplar arasında Nâzım Hikmet'in "Seçmeler", Çetin Altan'ın "Büyük Gözaltı", Erol Toy'un "İmparator", Fakir Baykurt'un birkaç kitabı da vardı. Pek meraklı olup da, bunun nedenini soran öğrencilere, yurt müdürü, "Fazla merak sizin başınızı yer" demekle yetindi.

Konya'da Selçuk Eğitim Enstitüsü'nde, öğrenciler üstüne baskı arttıkça artıyordu. Yeniortam'dan sonra Cumhuriyet okuyanlar da dövülüyor, baskı altında tutuluyorlardı. Öğretmenler de, fırsat bu fırsat deyip, okuyan öğrencileri sindirme yolları arıyorlardı. Matematik dersinde öğretmen şöyle demişti:

-Bazı arkadaşlarınız, saçlarını uzatarak annelerine benzemek istiyorlar...

Öğretmen bunu deyince, çoğunun aklından şu karşılık geçiyordu:

-Biz, çilekeş, elleri nasırlı, vatanı için evlât yetiştiren Anadolu anasına benzeyebiliriz. Kendimizi mutlu sayarız. Bunun dışında özgürlük nedir bilmeyen, ama "milliyetçi" geçinen kişileri kendimize örnek kişi olarak seçmek istemiyoruz...

Yine matematik dersinde tahta silen öğrenciye şöyle demişti öğretmen:

-Soldan başlama, sağdan başla silmeye...

Eklemişti:

-Sol ayağının üzerine bas da sol iyice ezilsin...

Orada da, aydın öğrenciler öğretmenlerin ve sayıları küçük bir grup öğrencinin baskısı altında.

Gelen bilgilere göre, sağ, tam anlamıyla yurdu yeni bir anarşi ortamına sürüklemek için elinden geleni yapıyor. Yaptı da, hem de geçen dönem yönetimin koruyucu kanatları altında yaptı bunu... '

Örnekleri vermeye devam edeyim: Ankara'da Fen Fakültesinde bir Ankara Notlarında "Korkunç yenge" diye nitelediğim bir yönetici var. 12 Mart'tan sonra, öğretmen arkadaşlarını ve öğrencilerini sıkıyönetimlere "ihbar" edip gözaltına aldırmakla tanınmıştı. Şimdi fakültede, öğrencilerin demokratik haklarını kullanmalarını bile engelliyor. Çoğunluktaki öğrencilerin iki kız adayını yönetim kurulu -bahanelerle- kabul etmedi. Fakültede "sağcı" tanınan öğrencilerin adayının ise, tek aday kalıp seçimleri alması için, fakülte yönetimi her şeyi tezgâhlamış durumda. Dekanlık seçimlerini, 12 Mart'tan sonra kazanabilmek için, kendisine oy vermeyecek olanları bile sıkıyönetime ihbar ederek, tutuklattıran Korkunç yenge"nin öğrenci seçimlerini nasıl yaptıracağını sanırdınız?

Doğramacı'nın Hacettepe Üniversitesi'nde de öğrenci temsilcilikleri seçimleri olaylı geçmekte. Her seçimde, dışarıdan polisler çağrılmakta, gerçekte tedbir de alınmamaktadır. Sosyal ve İdarî İlimler Fakültesi'nde 2.000 kişiyi bulan çoğunluk, fakültedeki 30 kişilik grubun baskıları sonucu oy kullanamamakta. Nasıl çıkarıyorlar olayları bakın, örneğin kız çocuklara takılıyorlar, oy vermek için girene, çıkana "komünist" diye söz atıyorlar. Şimdi, bu fakültede 30 Ocak Çarşamba gününe kaldı seçim. Burada öğrencilere yine oy kullandırılmaz, olaylar çıkarılmak istenirse bunun baş sorumlusu Doğramacı olacaktır. Buradan duyuruyorum...

Onbinlerce öğrenci fakültelere, yüksekokullara giremedi. Sokaklarda, kahve köşelerinde yıkıma terkedildi. Çoğu meyhanelere de dadanmıştır ne bileyim. Liseyi okuyup bitirmiş, askerliğini de er olarak yapacak. Okudukça, üstüne baskıların bindiğini de görüyor, anlıyor Hanya'yı, Konya'yı... Birkaç yıl önce lise mezunları ilkokul öğretmeni olabiliyorlardı. Bu hak da alındı ellerinden...

Öğretmenken, evrak memurluğuna atanan F. Fikret Uğur, mektubunda şunları yazıyor:

1950 yılının Ocak ayının 12'sinde anam beni doğurduğu zaman doğmuşum. İyi ki doğmuşum.

Aradan yıllar geçti, büyüdüm. Okula gittim. Karne aldım. Sınıfta kaldım. Babam öldü, öğretmen oldum. Ve yirmi yaşında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş bölümüne girdim. İyi ki girimişim. Üç yıl resim yaptım. Okudum, çizdim, sildim ve mezun olup resim öğretmenliği diploması aldım. Dört buçuk ay sonra evrak memurluğu görevi verildi bana. Demek ki ben yaptığım o yağlıboya resimleri evrak memuru olmak için yaptım. Demek ki ben, evrak memuru olmak için desen çizdim, psikoloji okudum, sanat tarihi okudum, estetik okudum.

Sorup öğrendiğimde hocalarımın değil, bakanlığın beni evrak memuru yaptığını öğrendim. İyi ki yaptılar. Millî Eğitim Bakanlığı'na gittim. İlgililerle görüştüm. Beni çok iyi karşıladılar. Dinlemek zahmetine katlandılar. Sağ olsunlar, onlara öğretmen olmak istiyorum dedim, idealim- di dedim, dinlemediler, (beraat kararını getir) dediler. Nereli olduğumu sordular, hemşehrileri olsaydım, bir şey düşünürlerdi. İyi ki değildim.

Beraat denince aklıma geldi. Yıl 1972, 4 Mayıs. Okul dışından geliyorum, bahçe kapısına varmadan, biri: "Bu da vardı" dedi. Polis araba- sındayım. Oradan öğrenci kavgasının olduğunu, karakol, ifade 25 gün gözaltı, 70 kişiyiz. 70 kişi dört kişiyi dövmüş. Kimsenin burnu kanamamış. Sonra mahkeme, iki yıl sonra beraat... işte o kararı istiyorlar. Gittim getirdim. "Kesin karar" dediler. "Beraat kararı" dedim. "Olmaz" dediler. Müdürler görüşecek" dediler çıktım. Aradan on beş gün geçti. Hâlâ görüşüyorlar. Adam öldürmedim, halkımı aldatmadım. Esrar kaçakçılığı yapmadım. Anayasayı çiğnemedim. Vazifemi kötüye kullanıp zimmetime milyonları geçirmedim. Atatürk ilkelerine aykırı hareket etmedim. Kısacası kavgada yoktum...

28 Ocak 1974