Yeter Hanım, akşamüstü eve döndüğünde kitaplığın önünde bir pusula buldu. Pusulada: "Kitapların tozunu aldık" diye yazıyordu. Kendi kendine söylenmedi. Biliyordu kimlerin gelip, kitaplığı karıştırdıklarını. Çetin Altan'ın "Onlar Uyanırken" kitabı yoktu, götürülmüştü demek. Ses etmedi, ne ses edecekti, kime seslenecekti ki?
Bir hafta sonra, kitaplıkta Çetin Altan'ın "Onlar Uyanırken" kitabını gördü. Getirilip bırakılmıştı demek. Fakat ufak bir yanlışlık mı yapılmıştı. Çetin Altan'ın imzalı kitabı alınıp, yerine imzasız olanı getirilmişti. Bir hafta sonra bir daha baktı. Bu sefer, o alınmış, eski imzalı kitap getirilip yerine konmuştu.
Yeter Hanım, yalnız yaşıyordu. Çalışıyordu. Fakat, yavaş yavaş sinirleri -kendiliğinden- bozulmağa yüz tutmuştu. Eve gelenler, geldiklerini belli edecek izler bırakıyorlardı. Ne gibi mi? Örneğin, hiç kullanılmayan bir prize lâmbayı, ya da elektrik ocağını takıp gidiyorlardı. Bir günlüğüne içeri de alındı. Yeter Hanım sonra serbest bırakıldı.
Sinirleri bozuldukça bozuluyordu. Hafakanlar basıyordu bazı bazı. Ne yapabilir ki insan? Sonra, gerçekten dayanamaz duruma geldi. Hastanelik oldu, hastaneye de hiç yatmak istemiyordu. Genç yaşında böylesine sinirleri bozuk yaşamak kolay mı? Tedavilerle düzelmeye yüz tuttu Yeter Hanım. Daha iyi şimdilerde...
Yeter Hanım, düşsel bir tip midir? Belki biraz herkestir. Bugünün gençliğidir. Sıkıntılarıyle, baskılar altında bozulan sinirleriyle bir gençlik.
Kaç öğrenci, 1972-1973 döneminde üniversite sınavlarını kazanıp, derslere başladığı halde çeşitli nedenlerle bırakmıştır üniversiteyi? Analar, babalar ne sıkıntılar çekmektedirler, çocukların, yetişmekte olanların bunalımlarını çözebilmek için, düşünüyor musunuz?
1960 İhtilâli sonrasında adı gazetelerde, "bakan adayı" diye geçenlerden birine rastlamıştım. Şöyle demişti:
- Azizim, ODTÜ'yü bitirenlere en az on yıl süreyle devlet dairelerinde görev vermeli, ıslah olsunlar. Ondan sonra...
Yani açlıkla eğitim, anlayacağınız...
★
Türk Dili dergisinin son sayısında, Osman Turgut Pamirli'nin "Şemsettin Sami" ile ilgili ilginç bir yazısı var. Şemsettin Sami, Fransızca, İtalyanca, Latince, eski Yunanca, Rumca dillerini bilmektedir. Yirmi bir yaşında, sekiz dili konuşup yazmaktadır. Osman Turgut Pamirli, yazısının bir yerinde şöyle diyor:
... Bu çok yönlü kafa çalışmaları, Padişah Abdülhamit'i kuşkulandırdı. Gazetedeki yazıları bu korkuları daha da artırdığından 24 yaşında Trablusgarp'a sürüldü. Trablus Valisi, tanzimat sonrası romancılarından Sezai Bey in babası Sami Paşa idi. Şemsettin Sami, bu paşadan büyük yardımlar gördü. "Trablus" adlı Türkçe bir gazete çıkardı. Vali Paşa'nın aracılığı ile bağışlanarak İstanbul’a döndü.
Abdülhamit, her aydından kuşkulandığı için onları memur yaparak gözaltına alır, böylece yönetimine bilinç gücü katmayı istemezdi. Şemsettin Sami'yi de bu nedenle sarayda kurulan Askerî Denetleme Komisyonuna aldı. Büyük bilgin ölünceye kadar bu görevde kaldı.
Yabancı bilginlerle olan ilişkileri günden güne artınca 1899'da evinden dışarı çıkması da yasaklandı. Aile ocağında tutsak olan büyük dilciyi, kendine yapılan haksız işlemler çok sıkıyordu. Kızının evlenmesinde bile evine bir hoca, iki tanıktan başka kimse sokulmamıştı.
Şemsettin Sami, gerçekten Abdülhamit'e ve onun yönetimine hiç bir zaman karşı koyucu davranışta bulunmamıştı ama, bilgin kişiliği, özgür düşünülerin savunucusu olması bu kuşkuları yaratmıştır. Özgür ve laik düşünüştü idi. Gayet uysal bir bilim adamı olduğu halde nedense katı yönetim şimşeklerini durmadan üzerine çeker olmuştu. Onun saraya tehlikeli kişi olarak tanıtılmasında çekemeyenlerin gammazlamaları başta gelir. Gerçekten, geri kalmış uygarlık dışı eğilimlerin ağır bastığı ülkelerde bilginlere, aydınlara düşmanlıklar oldukça yoğunlaşır... Şemsettin Sami, her alanda geniş ve özgür düşünen biriydi. Türk diline en uygun harflerin Latin harfleri olduğu kanısını daha o zaman ortaya atmış, Türk harfleriyle yazı makinesi için şimşirden türlü büyüklüklerde harfler yaptırmıştı..."
16 Ağustos 1973