İki gün kaldığım İstanbul'da gördüklerimi, yol izlenimlerimi anlatmadan, Ankara'ya dönüşte büroda bulduğum bir mektubu olduğu gibi vermek istiyorum. Şöyle deniyor mektupta:
Sayın Ekmekçi;
Babam eski bir askerdir ve Türkeş'i yakından tanır. Geçen gün bir konuk arkadaşına şunu söyledi:
-Türkeş'in arkadaşlık kurduğu herkesin sonu felâket olmuştur. Meselâ Hayati Karaşahin'le iyi arkadaş idiler. Adam, hâlâ kesinlik kazanmamış, bir iddia ile Samanpazarı'nda ipe çekildi. Karaşahin'in dini bütün bir müslüman olduğunu herkes bilmektedir. Talât Aydemir'in de Türkeş'le ilişkileri malûm. O da çok değerli arkadaşlarıyla birlikte felâkete sürüklendi. Cemal Gürsel de Türkeş yüzünden sağlık ve hayatından oldu. Şimdi sıra Demirel, Erbakan ve Feyzioğlu’nda. Allah milletimize yardımcı olsun...
Türkiye'deki bunalımın baş sorumlularındandır Türkeş. Çok kimse eski uyduruk ırkçılık yıllarının düşüyle onu başbaşa bırakıp ayrıldı yanından. Örneğin, bir Muzaffer Özdağ, bir Numan Esin daha kimler yok yanında. MHP'yi MHP olmadan ele geçirdiği arkadaşlarından hemen hiçbiri yanında kalmadı. Dündar Taşer'in ölümünün hâlâ karanlıkta olduğunu söylerler. Akşamüstü ekmek kamyonu geri geri gidiyormuş da, Dündar Taşer, ekmek kamyonunun altında kalıp ölmüştü söylentilere göre. Bilemem, gün gelir olaylar aydınlığa çıkar bir bir...
-Akşamüstü ekmek kamyonu ne arıyormuş? Ekmek benim bildiğim akşam değil, sabah dağıtılır?
Başbuğ, "Dâvadan dönenleri vurun" yazılı bayram kartının hesabını vermedi hâlâ. Yeni bir bayram geliyor, bu kez ne biçim bir bayram kartı göreceğiz bakalım?
Bayram kartı ile ilgili olarak, Kırıkkale Savcılığı harekete geçmişti. Ne oldu? Hiiiç... Vedat Dalokay'ı bir gösteriyle mahkemeye sevkeden Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Hakkı Coşkun, neden durmadı bu bayram kartı üzerinde? Çok kimse, kışkırtıcılık yaratanların unutulup gittiğine seviniyordur ama, halk unutmaz kolay kolay. Yanlış mı düşündüklerim?
★
Akşamüstü Kadıköy'de bir işkembecide iki tas çorbayı içince karnımız doydu. Doğruca Haydarpaşa'ya geçtik. Restoran açılınca da, oraya geçip şöyle bir karafaki rakı, bir bardak bira içelim dedik. Tam arkamıza düşen koltukta yeni yetme bir gençle, bir adam konuşuyorlar. Genç, zengin mi zengin olmalı. İkinci evliliğini yapacakmış. Gelinlik tâ Dior'dan getirilmiş. Anlatıyor:
-Birinci evliliğin dedikodusu aylarca sürmüştü. Bu daha şahane olacak.
Yani, yakında dedikodu sayfalarında bir şahane düğünün dedikodularını okuyacağız.
Ben görmedim, arkadaşım görmüş, gencin boynunda kocaman bir altın zincir ve kolye varmış. Kravatında da yine öyle bir harf. Adının baş harfi olmalı.
Yataklı bileti almaya mı fırsat bulamamış, yoksa almış da yatağı mı düzelttirecekmiş ne, yataklıya bakan hizmetlilerden biri gelip gencin önünde durdu:
-Tamam hazırladım, düzelttim efendim.
Hizmetliye 500 liralık bir bahşiş çıkarıp vermiş, yeni zengin çocuğu genç. İyi mi?
Daha önce yemek yediğimizden, restoranda görevliler: "Yemek ye- miyecekseniz kalkın artık" gibisine bakıyorlar. Ne bakıyorlar, açıkça sölediler de. Kalkıp gittik. "Kuşetli" vagonumuza, yerimize...
Arkadaş anlatıyor:
-Bak, Türkiye'de bu çelişkili durumdan bir varlıklılar, bir de solcuların aydınları fazla şikâyetçi değiller. Onlar da bir yere kadar varlıklara, sermayeye ayak uydurup gidiyorlar. Kavgaları var ama dişe diş değil bu kavga. Gençler de ondan kızıyorlar...
Ben de kendime kızıyorum. Örneğin, Çankaya'da oturuyorum, bir ufacık kooperatif evinde, ufacık bir dairede. Nohut oda bakla sofa nasıl öyle. Aldığım parayla Çankaya gibi yerde yaşıyamıyacağımı ben de biliyorum. Taşınsam ya, Yenimahalle taraflarına. Vedat Dalokay, belediyeyi satıp gecekonduya taşınacakmış. Ama, hoşumuza gidiyor, yoksulluğumuza bakmayıp, zengin yerlerinde oturmak. Borçlu olduğunuzu, kim nerden bilecek?
Yemekli salonda Vedat Türkali, Süreyya Duru, Atillâ Dorsay’da vardılar. Bu perşembe gösterilecek bir televizyon programı için gidiyorlarmış Ankara'ya.
Türk filmciliğini tartışacaklarmış. Yılmaz Güney'i konuştuk kahve içerken, Adana'da yeni, Yılmaz Güney'in arkadaşlarını mı gözaltına almışlar? Çoktan beri gözaltında ya da tutukluymuşlar. İyice bir kurcalayıp, yazacağım onu.
Vedat Türkali'yi görünce, CHP-MSP ortaklığının bozulacağı sıra söylendikleri geldi aklıma. Şöyle demişti o zaman:
-MSP, Demirel'in karşısında bir çeşit işportacılık yapıyor. CHP ile ortaklıkta olduğu sürece, kendisi o kadar zararlı olamıyacağı gibi sermaye cephesini yıpratıyor. Ama bu ortaklık bozulursa, MSP de cephenin yanına geçebilir.
Eh, bir bakıma öyle oldu. MSP, işportacılığı bıraktı. Şimdi, Süleyman Bey'in açtığı dükkânda "icra-ı sanat" eyliyor. Süleyman Bey de memnun bu işten.
Cumartesi sabahı panzerler, Aksaray’ı kuşatmışlardı nerdeyse. TOB-DER, yürüyüşlerini ertelemeşti. Bu panzerler niye? Öğretmenler, saldırısız bir gösteri düzenlemişlerdi. Bunun zamanlı, zamansız olduğu kendi içinde, kamuoyunda tartışılmaktaydı. Ama, bundan İçişleri Bakanına neydi ki, yapılmıyan bir yürüyüş için toplum polislerini, panzerleri yığıyordu ortalığa. Kışkırtıcılığın en büyüğünü yapmaktaydı aslında müteahhitlikten gelme İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk müteahhitliği sırasında, kaymakamların yanına, öğretmenlerin yanına çok ama çok saygılı bir "ifade" vermeden yüzüne, giremiyen Oğuzhan Asiltürk, şimdi İçişleri Bakanı olarak, öğretmen karşısına panzer çıkarmakta. Panzerleri kullananlar da köylü çocukları. Köylü çocuklarını, onları eğitmekte olan öğretmenin karşısına çıkarmakla büyük çok büyük suç işlemiştir. Oğuzhan Asiltürk, İmam-Hatiplileri polis yapmak isteme suçundan daha büyüktür bu suç, hiç bir özürle bastırılamaz.
Panzerler ve öğretmen ha? Bunları karşı karşıya düşünen bu düzen er geç yıkılıp gidecektir. Hem de nasıl?
TÖB-DER yöneticileri, oyunlara gelmemek için tüm yürüyüş ve mitingleri iptal etmişler, ertelemişlerdir. Bununla çok iyi etmişlerdir. Düşüncelerini saldırısız, yasal olarak açıklamaya olanak tanımak istemi- yen cephe iktidarının kışkırtıcılarının da oyunlarına gelmemek gerekti. Cepheciler, aslında yürüyüşlerin yapılmasını, birçok öğretmenin panzerler altında ölmesini isterlerdi, bilmez miyim? Yasalara uygun olarak silâhsız, saldırısız yürüyüş yapmak, gösteri yapmak her vatandaşın hakkıdır. Memurun da, işçinin de, köylünün de hakkıdır. İçişleri Bakanlığı'nın görevi, onlara saldırılar yapılmasını önlemek, engellemektir. Ama, nerdeee? Cephe bugün saldırganların koruyucusu durumundadır.
İçişleri Bakanı, saldırısız, silâhsız yürüyüşleri engelliyeceğine öldürülen bunca gencin katilini bulsun. Anayasayı da, yasaları da çiğneyen, paspasa çeviren cephecilerdir aslında. Halk bunları her gün gözleriyle
görüyor...
Birçok ana-baba, okula gönderdiği çoluk çocuğuyla helâllaşıyor her sabah. Bu mu güvenlik?
Bozkurtçu Millî Eğitim Bakanı Erdem, Millî Eğitimi, komandolarla doldurarak, komando kışlasına çevirmiştir. Ankara'da merkez okullarında okuldan yeni çıkmış, stajyer aday öğretmenler çalıştırılmakta. Adaylık süresini köylerde bitirmek için bir kızlar, bir de yoksul köylü çocukları yollanıyor oralara, uzaklara.
En güzeli de Bakanlığın yeni uygulaması. Tüm okulları dolaşıp, "öğretmen fazlası" olup olmadığını araştırıyor. O okulda öğretmen fazlası olup olmıyacağını, öğretmenlerin atamalarını yaparken bilmiyor mu.
(8 Aralık 1975)