Ozanlarla Politikacılar...

Ünlü ozanımız Fazıl Hüsnü Dağlarca'ya Yugoslavya'nın Struga ken­tinde verilen "Altın Çelenk Ödülü" olayı, Türk kamuoyuna gereği gibi yansıtılmadı. Bir, Yeniortam'ın sanat sayfasında buna ilişkin haber çıktı doğru dürüst. Yugoslavya'daki törene katılan sanatçılardan Cengiz Bektaş, Türkiye'ye döndükten sonra orada olup bitenleri, yaşantılarını bir mektupla bildirdi. Dışişleri yetkililerinin, basının sustuğu, görmezden geldiği bu önemli olayı genişçe yansıtmamı istiyor sanıyorum. Sanatçı­lar, bir yerde de göbeklerini kendileri kesip haberlerini de kendileri veri­yorlar. Törene çağrılıp katılanlar şu sanatçılar:

Fazıl Hüsnü Dağlar, Behçet Necatigil, Turgut Uyar, Tahsin Saraç, Talât S. Halman, Bekir Yıldız, Tomris Uyar, Cem Yayınevi Yönetmeni Oğuz Akkan, çevirmen Ozan Said Maden ve Cengiz Bektaş.

13 yıldan beri verilen "Altın Çelenk Ödülü"nü şimdiye değin alanlar arasında Pablo Neruda da var. Cengiz Bektaş anlatıyor işte:

Önceki günlerde hepimiz değişik kentlerde şiirlerimizi Türkçe oku­duk; şiirlerimiz Yugoslav dillerine önceden çevrilmişti. Hemen ardımız­dan çevirileri Yugoslav sanatçılar okudular.

Özül günü hepimiz heyecanlıydık. Televizyonlarla bütün Yugoslav­ya'ya canlı yayın yapılıyordu. Bütün foto muhabirleri, aşağı yukarı 40 ül­keden çağrılı Rus'undan Perulu'suna ozanlar. Bir ana-baba günü, daha doğrusu gecesi. Kıbrıs günlerinin içinde, Türkleri, barbar tanıtmak için her türlü hokkabazlığın yapıldığı günlerde, bir Türk ozan çok önemli bir uluslararası ödül alıyor, dostluk, insanın sevgisi, barış gibi en güzel duyguları konu edinen bir Türk ozanına, bir başka ülkede, bloksuz bir ülkede ödül veriliyordu. Futbol maçı olsaydı, güreş olsaydı bu olay her­halde değişik olurdu. O gün güncelerimizin art yüzleri boy boy takımın ya da güreşçinin resimleriyle dolardı. Spor Bakanı, genel müdürler, he­le hele küçücük bir başarı olsun, örneğin beraberlik falan, daha önemli kişiler lâflar ederlerdi. Bir "barış ozanı" uluslararası üne erse de, ulusla­rarası taçlandırılsa da ilgilendirmiyordu Türkiye'yi. Yalnızca bir konsolos yardımcısının kendi kişisel telgrafı dışında, ne Belgrat Büyükelçisi'nin, ne örneğin Kültür Mesteşarlığı’nın bir telgrafı. Ne Türk Televizyonu, ne şu ne bu...

Dağlarca her şeye değerdi. Ama, yalnız o kadar değildi. Onun kişili­ğinde Türk edebiyatına da bir değer biçiliyordu. Yunus'un sözlerine beş yüz yıl sonra bile erişememiş 72 millet yâr gerek... Sevgisine erişeme­miş Batı'nın karşısında, Türk şiiri bir kez daha ses veriyordu. Kime ne? Ben utanıyorum, bilmem sen ne düşünüyorsun?

Benim ne düşündüğüm o kadar önemli değil. Başbakan Ecevit, Dağlarca'ya bir kutlama telgrafı gönderdi. Onu biliyorum. Çok kimse bu mektubu okuduktan sonra, örneğin Süleyman Bey, yaver-i has ne dü­şünür, onu bulmaya çalışıyorum.

- Bu kadar solcuya kim pasaport vermiş böyle? Yugoslavya'da ba­balarının evi gibi cirit atmışlar bakalım...

TRT'ciler ne düşünür, onu nasıl öğreneceğim?

Öyle cirit atıp şiirler okumuşlar ama, fabrikalarda işçilere okumuşlar. Siz şiir dinleyen işçi, köylü gördünüz mü hiç? Şiiri Türkiye’de kentsoylu­lar dinler, şiirler sanki onlar için yazılmıştır. En tutucu aydının evinde Nâzım'ın kitaplarını bulabilirsiniz de belki, bir işçi evinde Nâzım'ın kitabı­na uğrasalar sürüm sürüm süründürürler işçiyi.

Dünyanın çok yerinde Türkleri Nâzım'la tanırlar. Hiç bir Türk elçisi Türkiye'yi dünyaya tanıtmada Nâzım kadar etkili olamamıştır. Türkiye'yi Süleyman Beylerle, yaver-i haslarla değil, ünlü sanatçıları ile tanıyorlar işte, yalan mı?

Amerikalı ozan, Joseph North'un "Nâzım Hikmet İçin" şiirinden alı­nan parçayı çok sevdim. Şiir, "Yazdık Nâzım Nâzım Diye" adlı kitapta çıktı. Joseph North, Nâzım'ın Bursa Cezaevi'ndeki günlerini yansıtmak istemiş. Şöyle bir bölüğü:

"Yaşıyor mu?" diyoruz, biz Amerikalılar soruyoruz,

Ve konsolos:

"Bilmiyoruz" diyor "kendi hükümetinizden sorun"

Böyle diyorlar Nâzım,

Bir parçacık olsun, yüzleri kızarmadan

"Kendi hükümetinizden sorun" diyorlar.

Bize söylemiyorlar, kardeşim Evet demiyorlar,

Hastasın, ölmek üzeresin belki öldün,

Ya onlar? Onlar kuvvetlidirler.

Bizim B-29'larımız, demir tanklarımız, çelik mermilerimizle

 

Bizim atom enerjimizle kuvvetlidirler.

Kuvvet bu değil mi?

Öyleyse uzakta bir Anadolu hastenesinde yatan

 

Küçük bir insanın

Yaşayıp yaşamadığını söylemiyorlar?

………………………”

(15 Eylül 1974)