Özgürlük ve Barıştan Yana...

Karı-koca gelmişlerdi evimize. Yanlarında Öğretmen Gürses ile eşi ve Danıştay'dan Gülsevin Taşbaş arkadaşımız da vardı. İrikıyım, uzun boylu idi Mehmet Ertan. İlhami Soysallara uğramışlar, onları evde bulamayınca "Hadi Ekmekçilere uğrayıp oturalım biraz" demişler, gelmişlerdi. Yeni tanışıklığın etkisi mi ne, önce tutmamıştı gözüm Mehmet Ertan'ı. Ancak, açılıp konuşmaya başlayınca içimde ona kırk yıllık dost yakınlığı uyandı. Saatlerce konuşmuştu. Yıllar, yıllar önce, Bursa'da öğretmendi. Nâzım Hikmet de o zaman Bursa Hapishanesi'nde. Bir gün arkadaşları ile -aralarında Rauf Mutluay da var- Nâzım Hikmet'i bir ziyaret etmek, hiç değilse uzaktan görmek isterler. Bir arkadaşları -yeni tanıdıkları biri-, "Siz hiç merak etmeyin, ben sizi Nâzım'a götürürüm" der. Giderler de galiba. Fakat sonra öğrenirler ki, Nâzım'a götüren kişi sivil polistir. Mehmet Ertan, o sivil giyinmiş polisi üstelik bir de komiser giysileri içinde görür. Rauf Mutluay'a fısıldar:

-Rauf, böyle, böyle...

-Rauf Mutluay nasıldı o zamanlar?

-Sorma, içimizde bir sigara tiryakisi o vardı. Hiç bir zaman da sigarası bulunmazdı. Ben koşardım ona sigara bulmaya. Yolda bekler, birinden sigara ister getirirdim Rauf'a. O da keyifle tüttürürcü...

Mehmet Ertan -her öğretmen gibi- kıyıma uğramıştı. AP'li Bakan Orhan Dengiz'in "dehşetengiz" kıyımları gelip bu kadar yıl hizmet görmüş bu adamı da bulmuştu. Kayseri'ye sürülmüştü. Danıştay'a başvurmuştu, karar nasıl olsa iptal edilecekti. Fakat, Danıştay da eski Danıştay değildi ki. Süleyman Bey ve "balyoz" dönemi, bağımsız Anayasa kuruluşu bırakmamıştı ki.

İlhami Soysal'ın öğretmeniymiş Mehmet Ertan. Pazartesi günkü "Yeniortam"da, "Giden Gidiyor" başlıklı yazısı benim birkaç saatlik tanışım olan öğretmeniyle ilgiliydi. İzmir'e çocuklarını görmeye gitmişler, oradan sürgün yeri olan Kayseri'ye gitmeyi kararlaştırmışlardı, karı- koca. O gece İzmir'de deprem oldu ve depremde, bu karı-koca öğretmen öldüler. Öldükleri gün de Danıştay'dan "yürütmeyi durdurma" kararı çıkmış diye duydum...

Öğretmenlerin başlarına gelenler "kıyım"la anlatılıyor ya, "zulüm" sözü bile anlatamaz yapılan eziyeti...

Giden gidiyor ya, sorunlar, yaralar duruyor orta yerde. Geçenlerde, eski Anayasa Mahkemesi Üyesi Fazlı Öztan öldü. Tanımışlığınız var mıydı? Ben yargıç ona derim...

Yüzlerini hiç görmediğim, yolladıkları mektuplarla tanıştığım çok dostum var. Belki yakından tamsalar, bu kadar sıkı dost da kalamayız. Dostlarımızla sert tartışmalara girdiğimiz, aramızın açıldığı yok mudur? Ancak, uzakta olsalar da, kafalarıyle, yürekleriyle size en yakın olanlar öyle değildir. Aynı amaç, barış ve özgürlük için ölebileceğiniz insanlar...

Bunlardan Eser-Erol Şaylıman çiftinin yolladığı bir mektubu güle güle okudum. Mektuplarına, okullarda, şurada burada konferanslar veren bir budalanın broşüründen, faşist cümleleri kapsayan bir fotokopiyi de eklemişler. Mektup şöyle devam ediyor:

... Espriler bir tarafa sizi devamlı okuyan, yer yer kınayan, fakat yine de okumayı tutku haline getirmiş bir çiftiz. Uzun süredir tanışmayı arzu eder dururuz. (Bunun için müşterek dostlar bile bulduk) hatta eşim gazetedeki ilân üzerine mütercim olarak -fahri- çalışmak için telefonla sizi aramış, bulamamış. İşin İstanbul'da olduğunu öğrenmiş. -Halen bu tür işlerde fahri olarak çalışmayı düşünür.- Yolladığımız broşür tekrar elimize geçince (epeydir kayıptı, bir kitabın arasından çıktı) eğer daha önce görmedinizse, şu sıkıntılı günlerde biraz gülersiniz diye kaleme sarıldık.

Kişiyi yazıları ile -fizik olarak- tanımak olanaksız. Geçenlerde bir yazınız üzerine karımla konuşurken aşağıdaki anı geldi aklımıza, epey güldük. Dayım, -sanırım 1933'te- Bursa Cezaevi'ndeyken -Nâzım Hikmet'le birlikte- bir gün Nâzım'a ziyaretçisi olduğu haber verilir. Kalkar gider Nâzım. Gelen, elinde bir kutu lokum, bir genç kızdır. Nâzım'ı görünce bir ünlem koyuverir:

-Aaaaaaa...

-Hayrola, ne oldu? der Nâzım.

-Beni, der kız, bir arkadaşım gönderdi, kendisi çok sıkılgandır. Onun için gelmedi. Fakat, o sizi daha iriyarı palabıyıklı biri olarak düşünüyordu...

Nâzım, bir an bakar kıza. Anlar böyle bir arkadaşı olmadığını. Ve şöyle der:

-Kızım, sen o arkadaşına söyle. Eğer beni dediğin gibi düşünseydi böyle lokum değil, iki kalem esrarla bir saldırma gönderirdi.

Biz çok severiz bu anıyı, sizi de yer yer böyle düşünmemek elde değil. Sağlık, mutluluk dileklerimizle. Eylem ve Özlem’e kızımız Elif’ten selamlar.

Program görüşmeleri sırasında ilk en uzun konuşmayı Süleyman Bey yaptı Meclis’te. Günlerdir merak ettiğim tek şey onun konuşması ve tutumuydu. “Af konusunda ne yapacak bakalım?” diyordum. Söyledi söyleyeceğini. O konuşurken, bende bıraktığı izlenim şuydu:

-Süleyman Bey, Demirellerden başka hiçbir şeyi düşünmüyor. Ne özgürlük, ne barış umurunda değil artık onun.

Af sözü geçince, Cumhuriyetin bir ellinci yılını bile düşünmüyor. Kara gözlükleriyle seyrederken onu, neler düşündüm?

Türk siyasal hayatından silindi, silinecek. Çırpınışı ondan mı? Grubunu bir kez af görüşülürken tam takım, ya getirir ya getiremez. Bir seçim olur da seçmen karşısına çıkarsa, iyice biter artık. Yiter. Halkın gönülden dilediği “genel af”a karşı çıkabilen bir Süleyman Bey’in, halktan alacağı ne kalmıştır? Şimdi, Senato’da komisyonlarda affı engelledikçe engelleyecek anladığım. Hem de can havliyle… Kamunun isteklerine karşı çıkarak ne sağlayacak ki? Halk çoğunluğu giderek daha iyi anlıyor: Kim barıştan ve özgürlükten yana, kim değil. Takke düşünce, böyle zamanlarda ortaya çıkıyor bu.

6 Şubat 1974