Doğrusu İngiliz politikacıların çağı geçmiş anlayışları aklıma geldikçe, kendi kendime şaşıp kalıyorum.
Kıbrıs'ta Sampson darbesi olur olmaz, Türk Hükümeti oturup kararını aldı. Darbenin hemen arkasından hem de, Kıbrıs'a çıkarma yapılacaktı. Ancak karar, "gelişmelere göre" koşulunu taşıyordu. Gelişmelerin başında, Başbakan Ecevit'in Londra'ya giderek İngiliz Başbakanı Wilson'la konuşması, "garantör" devlet olarak birlikte girişimde bulunmaları da vardı. Wilson "hayır" dedi. Demek, kendine göre hesapları, ince düşünceleri de vardı. Belki de ilk ağızda düşünüyordu:
- Türkler, çıkarma yapamazlar. Çıkıyoruz, çıkaracağız derler, fakat ı-ıh...
Ecevit, Türkiye'den kararlı gittiği için, İngiliz Başbakanının engellemelerini umursamadı.
İngilizler "evet" deselerdi ne olacaktı? Gayetle açık. Bir yandan Türkler Ada'ya çıkacaklar, İngilizler onları karşılayacaklar ve azından Türklerin topladığı puanları İngilizler de toplayacaklar ve herhalde, İngiliz yöneticileri "kararlı" olduklarını dünya kamuoyuna göstermiş olacaklardı. Wilson, kendisi "hayır" dediği gibi Amerika'nın da "hayır" diyeceğini düşündü ve Kissinger’i yardıma çağırdı. Gerçekte Kissinger de İngilizlerin garantör devlet olarak Kıbrıs'a asker yollamalarından yana değildi. İlk tutumu Kissinger'in, öyleydi.
Türkler çıktı Kıbrıs'a... E, ondan sonra ne olacak? Ne olmalıydı? İngiliz politikacıları, bence büyük eziklik içine düştüler. Kissinger öyle yapmadı. Ecevit'e bir telefon konuşmasında, Siz haklıymışsınız, yanlışı yapan biziz" demek dürüstlüğünü gösterdi.
Kissinger öyle “kurt" bir politikacı mıdır, belki öyle değil de "akıllı" demek daha doğru ne bileyim.
Herkes merak eder aslında. Kissinger, Ecevit'in nereden "hoca"sı oluyor diye. Kurstan. 1957'lerde Bülent Ecevit, Ulus'ta yazarken Amerika'ya gider. O, oradayken bir de seminer düzenlenir. Amerika'da bulunan Bülent Ecevit çağrılır seminere. Kurs hocaları arasında Kissinger de vardır. Kissinger o zaman daha yeni. Hem Amerikan Cumhubaşkanı’nın danışmanları arasında, hem de üniversitede öğretim üyesi. O zaman tanışırlar anlayacağınız.
Neyse konumuza gelelim biz. Anladığım kadarıyla gizli yürütüyorlar politikalarını İngilizler. Daha iki gün öncesine dek, piyasada var mıydılar? Bildiğimiz, Kıbrıs'ın uzun süre İngilizlerce sömürülmesi, sonra tereyağından kıl çeker gibi bir bir bırakma zorunda kalmaları sömürgelerini.
Kim istedi İngilizlerden "Kıbrıs'taki Fantomlarını çek" diye? Hiç kimse. Kendisi "çekiyorum" dedi. Arkasından haberler, demeçler: "Çekmiyorum Fantomlarımı, daha da asker gönderiyorum" diye. Hem de paralı askerler.
İngilizlerin Kıbrıs'taki güçleri değil önemli olan. Mızmızlanması ya Birleşmiş Milletler'in arkasına geçiyor, çünkü Birleşmiş Milletler'e güç olarak asker veriyor, ve konuşuyor:
- Birleşmiş Milletler'deki İngiliz askerlerine ateş açılırsa karışmam ha...
Bak sen, Türk Silâhlı Kuvvetleri Kıbrıs'a çıkmıştır. Oradaki İngiliz askerleriyle çarpışmak değildir amaçları elbet. Fakat, öyle ki iki asker, iki ordu karşı karşıya. Bunlardan birinin politikacılarının akılsız, yahut deli olduklarını düşünün. Diyelim, biri öksürse, yahut da birinden ağır bir söz çıksa -bunlar iki kişi olsa yani- öbürü karşılık verir ister istemez. O zaman, başlayacak mı size çatışma üstüne çatışma.
Türkler yürürse ne olur?
Bence İngilizler yürüyüşü üstlerine alıp kolay karşı çıkamazlar. Paralı askerler, öyle haybeye -Tanrı aşkına- savaşmazlar çünkü.
İngiliz yöneticileri, Türkiye'yi kendi aleyhlerine çevirebilmek için ne denli uğraşsalar, bu başarıyı sağlayamazlardı. Kutlamak gerek kendilerini. Aşkolsun vallahi...
Türkiye'nin ise acele çözüm bekleyen sorunu vardır Kıbrıs'ta. Kıbrıs'a bilmem şu kadar bin askeri çıkarmıştır. Bu askerlerin güvenliği söz konusudur azından. Girne gibi daracık bir yere sıkışıp kalamazlar. Çevrelerinin Türklerden oluştuğu kanısını tam anlamıyle verecek bir bölge, bir "otonom" yönetim zorunludur. Yoksa "bir yanımız İngilizler, bir yanımız Birleşmiş Milletler Barış Gücü..." diye yaslanıp kalamazlar
orada. Kimse, tuttuğu dalın elinde kalmasını istemez, kırılmasını istemez. Bir yanı düşman, bir yanı deniz... Yanlış mı?
İşte bizim Cenevre'de "öncelikle" çözüme bağlanmasını istediğimiz sorunların nedenleri bunlar. Genişçe bir bölge, bu bölgeye düşman ayağı, kalleş, oyuncu ayağı basamamalı. Böylece bir bölgeye ayağı bastıktan sonra mesele daha kolaylaşacak.
Ecevit'in başarısının sırrını söyleyeyim mi, bütün tutumunda açık oluşu. Gilli gişli, yanar döner politika gütmemesi. İlle de, "karşımdakini yeneceğim" demiyorsanız, önünde sonunda teslim bayrağını çekiyorsunuz açık söze ve açık politikaya.
Bundan dolayıdır ki, Türk kamuoyu çabuk anlamıştır, partili, partisiz herkes benimseyebilmiştir bu politikayı. Kissinger, Ecevit'e "evet, sen haklıymışsın, biz yanlış düşünmüşüz, yanlışımızı düzelteceğiz. Fakat, ne olur bunu dallandırıp budaklandırma. Sovyetler'i de işe karıştırma." diyebilmiştir. Sovyetler, gerçekte Türk politikasına, Ecevit'e güçlük çıkarmamışlardır, ancak öyle gazetelerin bazılarında yayımlandığı gibi, "siz çıkın Kıbrıs'a, elli bin kişiyle arkanızdayız" da dememişlerdir. Sovyetler'in bütün endişeleri Türkler Kıbrıs'a çıktıktan, Yunanistan'da cunta devrildikten sonra ortaya çıktı. Kıbrıs'ın bölüneceğinden, bağımsızlığını yitireceğinden korkan Sovyetler, buranın, Amerika'nın ya da NATO'nun egemenliğinde Sovyetler'e karşı kullanılacak bir üs durumuna gelmesinden kuşkulanmalardır. Böyle bir şey yoktu. Kim soktu Sovyetler'in kafasına bu kuşkuyu bilmiyorum. Belki de, Amerikalıların Kıbrıs konusuna -bu kez- çok dikkatli karışmalarından huylanmışlardı. Gazetelerde okuyordum, Amerikan elçisi Dışişlerine gelse, yahut Ecevit’in Kissinger'le konuştuğu söylentileri çıksa, Sovyet elçisi oraya koşuyordu.
- Acaba ne oldu?... diye.
Bence gereksiz kuşkuydu bu da.
Ecevit'in yadsınamayacak başarısı bir yerde de, Amerika ile Sovyetler'in -kıl payı- birleştikleri noktada at oynatmasıydı. Belki de "ince politika" dedikleri şey, budur. İngiliz politikası olsa, halk deyimiyle "at yerine eşek bağlar"dı. Bu politika ise çoktan tarihe gömülmüştü.
Açılmışken, günün önemli konusunu sürdüreceğim yeri geldikçe.
(14 Ağustos 1974)