Çurçur Basın...

Şair Faruk Nafiz Çamlıbel, o tartışmanın yapıldığı sıralarda şiirleri yeni yeni yayınlanmaya başlanan, yeni duyulan ama oldukça etkisi de olan bir şairmiş.

O zamanın -yıllar önce tabiî- ünlü şair ve yazarları, örneğin Süleyman Nazif, Faik Ali Ozansoy ve daha başkaları oturmuşlar konuşuyorlar. Onların konuşmalarını da gençler, bir köşede dinliyorlar. Konu, şiir ve sanat üstünedir. Süleyman Nazif, konuşmaktadır:

-Fuzulî, Nefî'nin fevkindedir...

Faik Ali de açıklar görüşünü:

-Nedim de Şeyh Galip'in fevkindedir...

Onları dinlemekte olan ve o zaman adı pek duyulmamış şairlerinden biri, kendisi gibi genç olan birini hatırlatmış Süleyman Nazif'e:

-Efendim, Faruk Nafiz için ne dersiniz?

Karşılık vermiş Süleyman Nazif:

-Evlâdım, Faruk Nafiz tahammülün fevkindedir...

Fıkrayı anlattıklarında, Faruk Nafiz Çamlıbel daha ölmemişti. Bir elçilikte, bir senatör anlatmıştı. Biz de ortaokul, lise sıralarında Faruk Nafiz'in şiirlerini ezberledik. Çabuk bıraktık sanıyorum. Nazım Hikmetler, Orhan Veliler, Fazıl Hüsnü'ler aldı gönlümüzdeki yeri. Bir ara Faruk Nafiz'i, politikacı olarak DP sıralarında gördüm. Ozanların, kalemlerin iktidara yakın yerlerde olmalarına hiçbir zaman katlanamadım. Biliyorum, çoğu, "Efendim, iktidara yakın durmalı ki, onu kullanmalı, onu yönetmeli" diyecektir. Aklı sıra yönettiğini sanacaktır da. Gerçekte onun emrine, buyruğuna girdiğini bilmeyecektir. Eski şairlerin saraya yakınlıkları gibi bir şey, günümüz iktidarlarına ve güçlülerine yakınlık. Hele ozanların kişiliklerine, büyüklüklerine pek yakışmıyor. Giderken şairlikleri de, yazarsa yazarlıkları da ölüp gidiyor.

Faruk Nafiz de bir zamanlar yeniymiş, yenileri arasında yer almış, zamanın ünlülerini kızdırmış demek. Şimdi öldü, toprağa verildi. Ölüler için iyi şeyler yazmak isterim. Kavgayı vereceksek, dirilerle vermeli...

Şiirden anlamam, hikâyeci, romancı değilim. Amma, "Ankara Notlarına öyküyü, masalı da koydum. Hikâyeci Tomris Uyar, yolladığı kitabını armağan ederken, "Hikâyeci Mustafa Ekmekçi.'ye" diye yazmış. Nasıl seviniyor insan bilemezsiniz. Bir hikâye yazmayı denesem mi?

Beceremeyeceklerimi bir yana bırakıp da, kendi mesleğimle, gazetecilikle uğraşayım daha iyi. Gazetecilerle uğraşayım. Onu yola getirmek bizim boynumuzun borcu. Buna kim ne diyebilir? TRT'de biraz basından sayılır. Orada da gazetecilikten gitme arkadaşlarımız çalışır. Onları alırım ele.

Bu sıralarda, gördüğünüz gibi herkes "ahkâm" kesiyor. Hükümetler, sütunlarda kurulup bozuluyor, yenileri hazırlanıyor. Tezgâhlanıyor.

-Bülent Bey, AP-CHP koalisyonuna neden yatmıyorsunuz? Nesi var yani?

"Sana ne?" demeli, amma olmaz ki, karşılığı da kibarca olmalı...

AP-CHP koalisyonu olursa, daha bir fiyakalı olacak işler de ondan. Böylece, seçmenin -yapabildiği kadar- getirdiği, Ankara'da değişikliğe uğratılacak.

CHP-MSP koalisyonu oluverecek diye, kimlerin nasıl uykuları kaçmıştır, ne bileyim?

Sol hiç etkin olmamalı, olsa bile sağın içinde eritilmeli, sonra da ilânlar, krediler gelmeli.

Süleyman Bey bile biliyor:

-Bir AP-CHP koalisyonunda, Bülent Bey belki yıpranır, fakat biz siliniriz.

Sonra böyle bir koalisyonun Başbakanı kim olacak? Herhalde Süleyman Bey değil, Süleyman Bey olmayınca, Bülent Bey de değil...

Ya kim?

İşte, basınımız...

Son sıralarda, çeşitli bakanlıklardan yurtdışına yok basın ateşesiydi, yok işçi ateşesiydi diye gidenlerin listesini gördünüz mü? Sanki işgale uğramış da, kaçıyorlar bir yerlere... Bırakıp giden, gidene.

TRT'nin programları tam anlamıyla oyuncak programlar. Herkesi enayi yerine koyan şeyler. Geçen gün TRT'den bir yetkilisi söylemiş:

-Efendim, beğenmiyorsanız çevirirsiniz düğmeyi.

Haydi bakalım, verin cevabını yetkiliye...

Atatürk zamanından bir fıkra:

Eski zamanın Adalet Bakanı Şükrü Saraçoğlu, bir gün gelmiş Atatürk'e:

-Paşam, bir köylü size hakaret etmiş. Mahkemeye verilecek, izninizi almaya geldim. (Cumhurbaşkanlarına hakaretlerde dâva açabilmek için izin alma gereklidir.)

Atatürk sormuş, biraz da hayretle:

-Ne demiş bana adam, neden demiş acaba?

-Allah kahretsin mi, ne demiş...

-Neden demiş acaba?

-Bilmiyorum...

Atatürk araştırılmasını emretmiş. Aramışlar, taramışlar, sonunda bir jandarma zaptında bulmuşlar nedenini.

Köylü, sigara aramış, yok... Tütün aramış yok. Sonunda tütün yerine mısır püskülü içmeye karar vermiş. Ona da sigara kâğıdı yok. Gazete kâğıdına sarmış, mısır püskülünü. Bir nefes çekmiş, ölecekmiş neredeyse. Söylenmiş kendi kendine:

-Allah kahretsin Mustafa Kemal'i...

Atatürk, içeri tıkılmış olan köylünün dosyasını inceledikten sonra, Saraçoğlu'na sormuş:

-Sen hiç gazete kâğıdına sarılmış, mısır püskülü içtin mi?

-Hayır Paşam, içmedim...

-Ben içtim, demiş Mustafa Kemal. Adam haklı. Bırakın adamı...

12 Kasım 1973