Deniz'in Anlattıkları...

Yıldırım Beyazıt'ta Kazıkiçi bostanlarına yakın tutukevinden çıkan Hülya Zağyapan, Meral Kayır, kardeşi Gönül Kayır daha bir arkadaşları geldiler büroya iki gün önce. Adlarını gazetelerde okuduğumuz, yakın­larından duyduğumuz kişileri görünce, heyecanlanıyoruz. Yıllarca demirkapılar ardında, süngüler altında kalmış, yargılanmış kişiler, özgür­lüklerine kavuşunca seviniyorsunuz. Birbirimizi hiç görmeden dost ol­duğumuz, tanıdığımız kişiler bunlar. Daha çoğu çıkmadı, içerdeler. Ama çıkacaklar, onlar da kavuşacaklar özgürlüklerine. Kazıkiçi bostanlarındaki tutukevinden ilk söz ederken, oraya "Kazıkiçi Motel" demiştim "An­kara Notları”nda. Tepkiler gelmişti:

-    Burası motel değil, zindan...

Biliyordum zindan olduğunu ben de. Oradaki tutuklu genç kızlardan sözederken, "mıncırık kızlar" dediğimi unutur muyum? Ona da bir karşı­lık düşünmüşler. Aralarında en iri-yarı olan iki arkadaşlarını, serbest bı­rakılınca Yeniortam'a gönderip, şöyle de bir kart yollayacaklarmış:

-    Mıncırıklardan selâmlar...

Bir de af çıksaymış, valizini alan soluğu bizde alacakmış.

O kadar eziyet, işkence ezememişti hiçbirini. En genç yaşlarında demirkapılar ardında, hücrelerde süngüler, coplar altında eğitmişlerdi kendilerini. Güzel arkadaşlıklar kurmuşlardı ölesiye unutulmayan. Ko­ğuşta ne yapılır? Gazete toplu olarak okunurdu. Bir arkadaş okur, öbür­leri dinler, sonra tartışılırdı yazı yahut haber üstüne. Yorumlar yapılırdı. Çay, ıhlamur sokulması yasaktı içeriye. Bir gün bir izin çıkmıştı, çay, ıh­lamur kaynatmışlardı. Sonra içeri, çay, ıhlamur alınmayınca bayatlayan çayla ıhlamuru karıştırmışlar, bunun da adını "çalamur" koymuşlar...

Erdal Öz, Deniz Gezmiş'le yaptığı konuşmayı daha geniş yansıt­mam için, şu mektubu göndermiş. Olduğu gibi alıyorum:

Deniz bile ölür"

—Lorca—

Sevgili Ekmekçi,

O gün birlikte yemek yerken, nasılsa söz dönüp dolaşıp Deniz Gez- miş'e geldiğinde, sana onunla ilgili bir anımı anlatmıştım. Yazmışsın. Kimseyi üzmemek, kimsenin kafasında yanlış görüntüler uyandırmamak, o üç ölünün anılarına da saygısızlık etmemek için, o gün sana an­lattıklarımı, bu kez notlarıma da bakarak yazıyor, yayımlaman dileğiyle gönderiyorum.

Öncelikle şunu belirtmeliyim: Senin yazdığın gibi ben Denizgille birarada yatmadım. Yıl 1971'di. Onların koğuşu bizlerden ayrıydı. Mamak Askerî Cezaevi'nde "ön hücreler" denilen koğuştaydılar. Yanılmıyor­sam, on sekiz kişiydiler. Bizler koğuştan koğuşa geçebilirdik o zaman­lar, cezaevi yönetimi şimdiki kadar korkunç değildi. Yalnızca Denizgil ayrıydı bizlerden. Koğuşun demirkapısının ortasındaki el kadar gözetle­me deliğinden bile konuşturulmazdık onlarla. Yok, ben onlarla bir arada yatmadım. Ama bir fırsatını bulup onlarla birlikte olduğum zamanlar ol­du. Bu olanağı da Deniz sağlamıştı. O sıralar savunma hazırlıyorlardı. Önlerinde çok az bir zamanları vardı. Hiç unutmam, savunmaların ha­zırlanmasını yöneten "Dede"ydi. Hüseyin İnan'dı yani. Ona arkadaşları "Dede" diyordu. Bir de Atila Keskin. İkisi başlarını kaldırmadan harıl ha­rıl çalışıyordu. Öbürleri de onlara yardımcı oluyordu. Biliyorsun, ilk bü­yük yargılamaydı onlarınki. Biraz da bu yüzden her şey onların başına patladı ya. İlk kurbanları onlar verdi. İpe giden üç can, bir süre ölesiye hapis cezası bir yığın da ağır ceza.

O gün -hiç unutmam, nasıl unuturum- tarih 11 Ekim 1971'di. Deniz Gezmiş'in yatağında oturuyorduk. Deniz anlatıyordu: Ne güzel anlatı­yordu. Edebiyattan konuşuyorduk. En çok Nâzım Hikmet'i beğeniyordu. Ahmed Arife, yeni şiirler yazmadığı için kızıyordu. Ece Ayhan'ı bir şiir ustası sayıyor, ama bu ustalığın hiçbir işe yaramadığını üzülerek bana anlatmaya çalışıyordu. Bekir Yıldız, Leylâ Erbil, Füruzan, Adnan Özyalçıner, Kemal Özer, Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreyya, İsmet Özel, Ataol Behramoğlu. Bunlar, başından beri hep izlediği kişilerdi.

"- Neden bu arkadaşlardan hiçbiri burada değil?" diyordu. "Bu kav­gayı kim yazacak?" diyordu.

Konuşuyordu, konuşuyordu.

Biz konuşurken çaylar getiriyordu arkadaşları.

Bir ara, yoğun savunma hazırlıklarına ara verdiklerini anımsıyorum. Koridorda, topluca uygun adım volta atmaya başladılar. Bilinen bir mar­şın sözlerini değiştirerek, yeniden yazarak o günlerin büyüklerine yergi­ler yağdırıyor, önümüzden rap rap geçiyorlardı. İşte Deniz o ara şunları söylemişti bana:

"- Bak Erdal, bu arkadaşların hepsi de idam edilecek belki. Hepsi de idamla yargılanıyor. Yaşları 20-21. Gencecik çocuklar. Görüyorsun, şarkı söylüyorlar. Korkuları yok. İnançları var. İnanmış adam güçlüdür, korkmaz. Bir araştırsan şaşarsın. Hepsi de okudukları okullarının ya bi­rincisi ya da İkincisidir. Hani, bu işe girmeseler, bu düzene karşı çıkma- salardı, inan ki bu düzenin en sivri noktalarına hızla yükselirdi hepsi de. Öylesine pırıl pırıl zekâlar var. Ama bak şarkılar söyleyerek idama karşı savunma hazırlıyorlar. Sen de gördün, sen de okudun savunmaların bir kısmını. İpin uçundayken bile kimse kendini savunmuyor, kimse kendi başını kurtarmaya çalışmıyor. Devrimci tavır budur. Türkiye’nin sorunla­rını inceleyen bir kitap yazıyor gibiler. Amaçları yanılmamak, sorunlara gerçekçi açıdan yaklaşmak, gerçekçi, somut çözüm yolları getirmek. Bugünkü kuşak bizlerden oldukça değişik, bambaşka özellikler taşıyor. Çoğunun doğum tarihi ya 1950, ya 1951... Bakıyorsun eyleme giriver­miş. Suç bu çocukların mı? Hiç değil. Geçmiş kuşakların sorumluluğu­nu da bu kuşak yüklenmiş. Bak, bizim kuşak başka türlüydü. Biz ede ı- yattan falan geldik buraya. Beni al işte. Bin dokuz yüz bilmem kaçta üniversiteye girdim, İstanbul Hukuk Fakültesi'ne. Fakülte kantininde edebiyat tartışırdık. Sonra Yenikapı'ya alıştık. Bohemlik işte. Bu yeni ku­şaklar bizler gibi bohemlikten gelmedi. Edebiyatla bile burada, mapusanede tanıştı çoğu. Bu kuşak bizler gibi öyle uzun boylu düşünce tar­tışmaları falan da yapmadı, yapamadı. Bunları yapmağa fırsat bulama­dı Üniversite özgürlüklerini yaşamanın ne olduğunu bile anlayamadan, gözlerini eylemin içinde açtı çocuklar, kendilerini eylemin ortasında bu­luverdiler. Yani, bu yeni kuşak kültürden de nasibini alamadı pek, anlı­yor musun. Örneğin Beethoven'i doya doya dinleyemedi. Eisenstein’in, ne bileyim Pudovkin'in filmlerini bile şöyle rahatça tad alarak seyrede­mediler. Düşün reis, bir resim sergisini şöyle içlerine sindire sindire ge­zip seyretme olanağı bulamadılar. Büyük eksiklik bunlar. Çok zararı ol­du bunun onlara. Nasıl bilimsel sosyalizm insanlığın bir ürünüyse, bu dediklerim de insanlığın uzun yüzyıllar sonunda yaratıp biriktirdikleridir, ürünleridir. Bizlerden sonra gelen bu kuşak, bu dediklerimin çoğundan yoksun kaldı. Hiç de içaçıcı bir görünüş değil bu. Önemli değil belki ama, yahu bu çocuklar doğru dürüst âşık bile olamadılar. Bak burjuva­lar bilmez bu hikâyeyi. İnsanlığın büyük kültür mirasını en iyi anlayan devrimcilerdir, en iyi devrimci anlar bunları, en iyi o değerlendirir: Bilim­sel olana inananların üstünlüğüdür bu. İnan ki bir burjuva Beethoven'in, "Yedinci Senfonisini bir devrimci kadar anlayamaz bence, bir devrimci gibi yaklaşamaz ona. Ne bileyim bir Lorca şiirinin, bir Neruda şiirinin ta­dına bir devrimci gibi varamaz, ispanya içsavaşını yaşayan biri Rodrıgo'nun müziğini nasıl bizlerden çok daha iyi anlarsa, bu da öyledir...

Gözlerinden öperim.

Erdal Öz

(10 Haziran 1974)