Eylem’e annesi bir parçacık dili bir türlü yediremiyordu.
-Amma Eylem, bu mo’ların dili.
-Bize süt veren mo’ların mı? Hani görmüştük.
-Tabii…
İştahla yemiş ondan sonra Eylem.
Eylem’le Özlem’in arada bir “Ankara Notları”na konuk olmalarından yakınanlar çoğalmıştı. Yolda, sokakta rastlayanlar:
-Ekmekçi kızları bizden önce satacak vallahi, propagandalarını yapıyor, demeye başlamışlardı çoktan.
Olur, yazmam ben de, derken, Eylem’le Özlem’e bir yılbaşı kartı gelmez mi? İstanbul’da bir anneden. Kızı iki yıldır, tutukevinde bulunan anne, şöyle yazıyor:
Sevgili küçükler Eylem ve Özlem’e
Babanızın ekmek kadar ihtiyaç duyduğumuz, günlük yazılarının birinde, annenizin sizleri dizinde uyuttuğu, salladığı yazısından esinlenip, bu yazımı sizlere ithaf ettim. Unutmayın ki ben de çocuğumu sayın annenizin size yaptığı gibi dizimde sallayarak uyuttum. Ona kitaplar aldım, öyküler söyledim. Elinden tutup her şeyi yeterince öğretmeye çalıştım. Bugün iki seneye yakındır o benim yanımda yok. Tel örgülerin ardında güzel yüzünü, o tatlı mavi gözlerini buğulanan gözlerimle zorlukla görebiliyorum. O üzülmesin diye isteğimce ağlayamıyorum bile. Ona daha doyamadan bütün dikkatimle yüzünü seyrederken (Haydi artık yeter, görüşme bitmiştir) diyen bir ses beni yavrumdan ayırıyor. Acı içinde hıçkırıklarımı göğsümde boğarak kendimi o bitmez, tükenmez yollara vurup hayalimde onun tatlı çocukluk yıllarını yaşatmaya çalışarak, avunuyorum. Hele ayacıklarında o tahta takunyalarla onları görünce… Çünkü görüşme yerinden cezaevine giderken arkalarından bakıyoruz, bütün analar, babalar, hasretli gözlerle onları süzüyoruz. İşte o vakit, yeşil çorapcıklarıyle hepsinin ayaklarında o takunyaları gördüm. Neler oldum? Size anlatmak mümkün değil. Bu duygumu ancak, sizi bin bir emekle büyütmeye çalışan anneniz ancak benim neler düşünebileceğimi takdir eder. O narin vücutlar, ne zamandır yeni bir şey giymediler. Ne üstlerine, ne de ayaklarına… Gelen bayramlardan uzakta onlar. Biz de onlarsız acaba bayram mı kutluyoruz, ne gezer? Onlarsız bir dünya bize haram olsun…
Tüm ailece analı, babalı, mutlu yıllar ve bayramlar dilerim. Dünyanın bütün mutlulukları sizlere olsun sevgili çocuklar…
Eylem’le Özlem’e sakladım bu mektubu. Gece düşlerime girdi içerdekiler. Sorgularında zebanilerle boğuşuyorlardı. Bir Karaoğlan’ı gördüm, -Süleyman Bey’i görmüyorum bu sıralar- bir İsmet Paşa’yı. Boğuşanları gömleksiz çobana benzetiyordu birinin anası. Ayaklarında takunyalar vardı. Karanlıklarda, aydınlığın tadına varmış gibiydiler. En karanlık günlerde, aralarında şarkılar, türküler söylüyorlardı. Şarkıları çığlıklara karışıyordu. Yiğittiler, dayanıklıydılar. Gönüllerinde insanlık ve kardeşlik vardı. Belki bunlar daha dayanıklı yapıyordu insanı.
Önümüz yılbaşı, önümüz bayram. Yeni yıllar bir küçük bebek olarak gösterilir hep. Geçmiş yıl da yaşlanmış bir sakallı. Yeni yıllar umut getirirler, nedense. Öyle sanılır…
Geçmiş dönem politikacıları, eski akıllarla Türkiye’yi yönetemeyeceklerini artık anlamalılar. Günlerdir, koalisyonu nasıl kuralım da dümenimize bakalım diyenler, Türkiye’de baş sorunun ne olduğunu getiriyorlar mı hiç akıllarına? “Yahu, her şeyden önce yurtta barış havasını kuralım, boşaltalım cezaevlerini, Cumhuriyetin ellinci yılının gereğini getirelim yerine” diyorlar mı? “Çıkarılacak afla adlî yanlışlıklar da örtülür, tutuklulara, hükümlülere yapılanlar -belki- unutulur” diyorlar mı? Artık gözümüzü ülkenin sorunlarına çevirelim” diyorlar mı? Yerleşmişler Ankara’lara, köşklere. Tutmuşlar yüklerini, umurlarında mı dünya öyle ya…
25 Aralık 1973