Çamurlu Postallar...

Aydınlık dergisi sahibi, Doğan Yurdakul gözaltına alınıp da, Ankara Emniyet Sarayı'nın iki kat bodrum altına atılınca, gözaltındakiler kıpır­dandılar. Getirilenin "gazeteci" olduğunu hemen öğrenmişler çevresini almışlardı. Emniyet'te başlarına gelenleri anlatmak istiyorlardı. Doğan, da gözleriyle gördü, saat 24.00'de götürülen biri döndüğünde yürüyemeyecek duruma gelmişti. Gazeteci deyimiyle "adî suçlu"ydu çoğu, "düşünce suçlusu" değil yani. Bir ifadeleri alınıp, savcılığa götürülecek­lerinden Doğan onları bir daha görmedi. Zaten, çok geçmeden Doğan da serbest bırakılmıştı. Serbest bırakılmıştı ama, birçok girişimler yapıl­mış, olay Adalet Bakanı’na, İçişleri Bakanı’na yansıtılmıştı bir bir.

-Gözaltına alıp tutmak da nedir? Amaç, ifade almaksa ifade alınır bırakılır insan...

-Ama, yasalar onbeş güne kadar gözaltına alma izni veriyor...

-Tutamazsınız, tutabilmek için yargıç kararı gerekir.

Anayasa Mahkemesince iptâl edilen ve edilecek hükümlere daya­nıp, "faşizm" sürdürülüp gidemez.

İyi ama, o hani "adî suçlu" dediğimiz kişilerin durumları ne olacak? Hani, sadece "vatandaş" olan toplumda, ne "gazeteci" ne "politikacı" hiçbir şey olmayan kişiler? O gece 24.00'den sonra bodrum kattan gö­türülüp de, döndüğünde yere basamayan kişi?

Ceyhan İş Bankası soygununa adı karıştığı iddiasıyla tutuklanan Jülide Kutlu, 26 Aralık günü Ankara'da Bülbülderesi'nde bir apartmanda polislerce yakalanınca, şöyle dedi:

- Ben hamileyim, bir iki güne kadar doğum yapacağım. Doğumevi- ne götürün beni...

Polisler telsizleriyle, yöneticileriyle konuştular. Vee, güzelce götü­rüp doğumevine yatırdılar. Babası gelmişti Jülide Kutlu'nun. Bir çocuğu olmuş. Neden öyle sordum bilmiyorum, gelenekten midir?

-Adını ne koydular?

Güldü, dede...

-Kurtuluş koymayı düşünüyorlar...

- Hadi bakalım, analı babalı büyüsün...

Ama, sakın lohusa kadın hakkında tutuklama kararı ne var diye, ce­zaevine konmasa. Sağlık Bakanı Kemal Demir ilgilendi, onunla da... Merak edilmemeliydi, hastaneye yatanın ne olduğuna, kim olduğuna bakılmaz, öncelikle onun sağlığına kavuşması sağlanırdı...

Geçen hafta sonu, Ankara'da bir Yılmaz Güney filmi tartışması, bir de "faşizmi protesto" toplantısı vardı. İkisine Eylem'i de götürdüm. Fa­şizmi protesto toplantısındaki gürültüden önce ürktü. Sonra alıştı. O da alkışladı bağıranları...

-Kahrolsun Amerikan emperyalizmi ve onun işbirlikçileri...

Atatürk Spor Salonu'nda beş bin kişi kadar vardı. Konuşmacılar, or­tadaki kürsünün üstüne sıralanmışlardı. Konuşmacıların karşısında baş­larında miğferleriyle toplum polisleri kuzu kuzu oturuyorlardı. Onlar da dinliyorlardı, "sloganları'ı, "protesto"ları.

Faşizmi protesto toplantı ve yürüyüşleri, bir Ankara'da yapılmadı. Diyarbakır'da yapıldı örneğin aynı gün, Ankara'daki kapalı salon toplan­tısının daha güzel olmasını dilerdim doğrusu, bu ve benzerî toplantılar sloganlara dayalı kalmamalı. Bir de sadece aydınlara ve öğrencilere seslenmemen. Vardı elbette, işçiler, gecekonducular da ama, azdılar. Biri, birkaç aylık bebeğini de kucağında getirmişti. Anaydı...

Bir de faşizme karşı bir protesto hareketi, "demokratik" bir hareket­tir. Burada, yapılacak konuşmalar aynı yol üstündekilerin ayrılıklarına basmadan yapılabilir rahat. Özel bir "sosyalizm" toplantı yahut semine­rinde, ayrıntılara, ayrıcalıklara değinilebilir, ama "faşizmi protesto" top­lantısında yadırgıyor kişi bunu. Türkiye'de faşizmin geriletilmesinde CHP'nin de katkısı vardır, onu, faşistlerle bir göstermek yanlış olur. Ta­kıldıklarım bunlar oldu. Belki de benden başka tek gazeteci yoktu, iyi mi? Yer yer, kolları bantlı görevlilere soruyordum:

-Bakıyorum, faşizmi protesto toplantısına gelenlerin büyük çoğunlu­ğu öğrenciler, aydınlar... İşçiler, gecekonducular yok mu, nerede?

Bu kez, böyle düşünüldü. Gecekonducular ve işçiler için yaptıkları­mızdan sonunda "halk sanatçıları" filân çıkarılıyor sahneye. Bu kez böy­le bir şey düşünülmedi...

Bir başkası, değişik biçimde yanıtladı:

-Biraz da aAnkara'nın özelliği bu. İstanbul'daki toplantılarımız daha değişiktir. Orada çoğunluk işçiler ve gecekondululardadır. Bursa'da da öyle oldu...

Bu sırada, salon sloganlarla inliyordu:

-Katil Türkeş... Katil Türkeş...

-Kahrolsun Amerikan emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçileri...

-İşçi-köylü elele halk cephesinde...

dedim, işte. Sloganlarla, sadece sloganlarla olmaz bu iş...

Çocukların, gençlerin ayakkabılarına baktım. Şimdi bot dedikleri postal yahut potin biçiminde ayakkabılar, dayanıklı. Genç kızların, minicik kızların ayaklarındaki çamurdan batmış postallar düşündürdü beni. Fakülteden, yahut kütüphaneden sonra eve bile uğramamışlar, duvarlara afişler yapıştırmağa koşmuşlardı. Yapıştırdıkları afişlerin çoğu, onlar yapıştırdıktan sonra faşistlerce yırtılıyordu. Önce emek boşa gidiyordu. Belki, sonra dönüp yine yapıştırıyorlardı. Bir örgüte girmiş olanlar daha disiplinliydiler. Örgüte girmemiş, ortada kalmış olanlar vardı.

Çoğunun en çok tuhafına giden, "Komandolar"ın da, aralarına artık “kızlar”ı almış olmasıydı belki de. Eskiden öyle miydi? Komandolar, kız arkadaşları olmayan, örgütlerine kız sokmayan kişilerdi. Son zamanlar­da, sloganları da "sosyalistlerin“de sloganlarına benzemez mi? Hadi bakalım…

(6 Ocak 1975)