Ertuğrul Kürkçü'nün Mektubu...

Selimiye Askerî Tutukevi'nde kalan, eski DEV-GENÇ Genel Başka­nı Ertuğrul Kürkçü'den bir mektup aldım. Kürkçü'nün mektubu, 5 Mayıs 1974 günü yayınlanan "Ankara Notları" ile ilgili. Ertuğrul Kürkçü'nün tu­tukevinde iyi koşullar altında olmadığını da duymuştum. Uzun mektu­bunda, özetle şöyle diyor.

Arkadaş,

Gazetede çıkan yazınızı dikkatle okudum. Öyle sanıyorum ki, bu ko­nuda benim de söylenecek sözümün olması gerekiyor. Zira konu beni doğrudan doğruya ilgilendiriyor. Ancak bu ilginin benimle bağıntılı olma­sı konunun bir yanı, onun özelliğidir. Öte yanıysa daha, çok yakın sayı­labilecek bir zamana kadar binlerce insana karşı sorumlu olarak, DEV- GENÇ Genel Başkanlığı görevini yürütmüş olmam ve bu nedenle söz- konusu iddiaların benim birey olarak taşıdığım önem ya da önemsizliği­nin ilerisinde, sorumluluğunu taşıdığım bir "hareketi" onun üyelerini, ta­raftarlarını, bu hareket içinde yer almış, mücadele etmiş, belirli bir süre için verdiğim görevleri yerine getirmiş, bu görevleri yerine getirirken hâ­kim sınıfların baskısına, zulmüne uğramış, elini, kolunu, hayatını kay­betmiş, bir yığın acı, kan, ter ve gözyaşına bulanmış genç arkadaşları il­gilendiriyor olmasıdır, onun genelliğidir.

Bugüne kadar bu konuda susmanın konuşmaktan daha yararlı ola­cağına, en aşağılık ve en alçakça yöntemlerle, en sorumsuz biçimlerde yürütülen spekülasyonların maddi temellerinin yok olacağına ve bir gün mutlaka benim de bütün bunlara karşılık verebilecek güç ve imkânlarım olabileceğine, derinliğine ve genişliğine tartışılması, araştırılması, ince­lenmesi gereken ve tarihi süreç ve bunun içindeki olağanüstü önem ta­şıyan durumlar varken, bu sürecin yüzlerce veçhesi içinde bir bakıma teferruat sayılabilecek olan bu hâdiseyi öne çıkartmanın ne bir yararı, ne de bir önemi olmayacağına inandığım için kimseye en ufak bir ser­zenişte bile bulunmaksızın bekledim.

Ancak beklemek, bütün bu aşağılık, yalan, iftira, demagoji sağnağına katlanmak, susabilmek pek kolay olmadı. Pek kolay olmadı, iki yüzyetmiş gün baskı, eziyet ve kötülükten başka hiçbir şey görmeksizin kaldığım hücreden çıkıp da karşılaştığım ilk insan olan kızkardeşinin "bu söylenenler doğru mu?" diye sormasına katlanmak. Ve pek kolay olma­dı bu iğrenç iddiaları sırtımda taşırken sıkıyönetim yargıç ve savcılarının karşısında dik durabilmek...

Ne var ki, sıkıyönetim savcı ve yargıçları bir kişi hakkında hüküm vermezden önce... Sorgusunu yapıyor, eylemlerine bakıyor, delilleri in­celiyor, tanıkları dinliyor ve sonra kalemlerini kırıyorlar.

Ya bu hükümleri verenler? Onlar neyi incelediler? Onların delilleri nedir? Onların tanıkları kimdir? Hiçbir şey, hiç kimse. Bu iddialarını is­pat edemeyecekler hiçbir zaman. Ve hiçbir zaman onanmıyacak hü­kümleri tarih tarafından. Zira tarih beni beraat ettirecek...

Yazdığınız yazının amacını düşündüm. Beni aklamak istediğiniz so­nucunu çıkardım. Ama hayır, kabul etmiyorum bunu ben. Aklanmak böyle olmaz. Bu kadar kolay ve basit değil aklanmak. Karalanmanın da bu kadar kolay ve hasit olmadığı gibi. Eğer böylesine kolay ve ucuz ol­saydı sorumluluk taşımak ve bu sorumluluğun karşılıklarını yerine getir­mek, eğer böylesine kolay temize çıksaydı kişiler düşünce ve eylemleri­nin sonuçları bakımından, ne gerek vardı o zaman tarih bilincine, ne gerek vardı bilimsel sosyalizmin ölçütlerine ve prensiplerine. Belirli bir zaman birimi içinde işçi sınıfına geniş halk yığınlarına, gençliğe karşı sorumluluk yüklenmiş olan herkes bir "adaş" bulurdu kendine en kısa yoldan ve sıyrılıverirdi işin içinden. "İşte" derdi, "ben değil, budur suçlu olan."

Ve ayrıca ne olurdu öyle bir adam olmadığı ispatlansa, yalnızca işçi sınıfı dâvasına, sosyalizme bilerek, isteyerek, herhangi bir maddî men­faat gözeterek ihanet etmemiş olduğu anlaşılırdı o kadar. Tarihte işçi sı­nıfı dâvasına zarar vermiş, sosyalizmin gelişmesini kösteklemiş her ki­şi, her grup, her akım, her "örgüt" şu veya bu ülkenin istihbarat servis­lerinin emrinde miydiler? Değil. Sosyalizmin ve sınıf mücadelelerinin ta­rihine baktığımız zaman öyle kişiler görüyoruz ki en büyük inanç ve azimle, en hayranlık verici yiğitlik gösterileriyle, gözlerini kırpmadan öl­müş olsalar bile, düşünce ve davranışlarıyla işçi sınıfının dâvasını kös­teklenişlerdir. O zaman ne yapacağız bunları açıklamak için kendileri­ne Scotland Yard'da, ClA'da, teşkilâtı mahsusada birer iş mi bulaca­ğız? O zaman neye göre, hangi kritere göre değerlendirilecek kişiler, nedir bu değerlendirmenin ölçüsü. Benim bildiğim ve sosyalizm bilimi­nin öğrettiği şey bu ölçünün sosyal pratiğin, sınıf mücadelesinin ve bi­limsel inceleme ve araştırmanın ölçüsü olduğudur. Herkesi düşünce ve davranışları bakımından bu ölçülere vurarak, sosyal pratik içinde tuttu­ğu yere, düşünce ve davranışları bakımından işçi sınıfının menfaatleriy­le ne kadar uyuştuğu ya da uyuşmadığına, bilimsel olarak doğru olanı mı yanlış olanı mı yaptığına bakarak yargılayıp, onun hakkında hüküm verebiliriz ancak. Onun hakkında verdiğimiz hükmün zaman ve mekan içinde bir önemi vardır. Ancak hayat tarafından doğrulandığı zaman bir önemi olabilir, söz ve düşüncelerimizin, gerisi boş lâftır. Safsatadır.

Bütün bu işleri yapabilecek olan güç ise ülkenin en yiğit, en başarılı, en sınanmış, devrimcilerinin teşkilâtı olan gerçek bir işçi sınıfı partisidir. Yalnız onun program, tüzük, politika ve taktiklerine, onun karar ve dav­ranışlarına, onun çağrılarına uygun olmak ya da olmamaktır, doğrulu­ğun ve yanlışlığın ölçüsü. Ben onun kararını ve hükmünü tanırım, tanı­yacağım. Gerisi umurumda bile değildir.

Şu halde bütün bunları ileri sürenler bilmiyorlar mıydı bu ölçütleri? Bilmiyorlar mıydı, hâdiseler ve kişiler hakkında hüküm vermenin yönte­minin ve usulünün ne olduğunu? Neden şunun ya da bunun değil be­nim üzerimde toplanıyordu bu yalan, iftira ve demagoji kampanyası? Neden bir koro oluşturmuşlardı bu gürültüyü koparanlar? Yalnızca ben miydim buna lâyık görülen? DEV-GENÇ Genel Sekreteri Sinan Kâzım'a da sürülmedi mi? Atılmadı mı, bugün hayatta bile olmayan başka­larına? Bunlardan kurtulmak için ölmek mi gerekiyordu mutlaka? Ve ölenlerin dolu dizgin, bilerek ve hatta isteyerek ölüme koşmalarında hiç mi etken olmadı bu kötü iddialar.

Eğer ben ve arkadaşlarım DEV-GENÇ merkez yönetiminde bulun- masaydık, hiçbir zaman kimse yeltenmeyecekti, böylesine suçlamala­ra...

Asla ve asla savunmuyorum DEV-GENÇ yönetimindeyken izlediği­miz yolu bir bütün olarak. Ancak bizler o zaman, 12 Mart rejimi bir kâ­bus gibi Türkiye’nin üzerine çökerken bugün doğruluğu açıklıkla ispat­lanmış olan birkaç şeyi bütün gücümüzle haykırdık. Kendimiz bizzat kendi irademizle hiçbir komplocu girişimin içinde yer almadık. Ve işte bu yüzdendir ki, menfaatları bu tutumumuzla çelişen herkesin sağlı, sollu hücumlarına uğradık. Ve işte bu grubun sözcülüğünü yaptığım içindir ki, en çok saldırıyı da ben üstüme çektim.

... Hayır, benim yakın arkadaşlarım değillerdi bu iddiaları yönetenler hiçbir zaman. Benim yakın arkadaşlarım mücadele içinde edinildiler ve sayıları da iki elin parmakları kadardırlar. Üç tanesi üç metre ötemde havaya savrularak öldüler. Bir tanesi beni ele vermemek için kendini feda etti -bu arkadaşın adı Koray Doğan'dır. Zaman zaman gazetenizde bu arkadaşla ilgili yayınlar çıkıyor, kendisi tesadüfen öldürülmedi söylenildiği gibi, yakalamak ve kaldığım yeri söyletmek için nişanlısının evinde pusu kuran polislerce vuruldu ve Ankara Emniyetinde sorguya çekilirken, bir tek kelime ifade vermedi ve orada öldü- birisi giriştiği si­lâhlı çatışmadan tesadüfen yara almadan kurtuldu ve şimdi birkaç "ya­kın arkadaşımla birlikte bir değil, iki kere idam talebiyle yargılanıyoruz.

... İşte Mustafa Ekmekçi arkadaş, şimdi geçmişi, bugünü ve gelece­ği dinliyorum...

Hoşçakal.

Ertuğrul Kürkçü - Selimiye, 6 Mayıs 74

(23 Mayıs 1974)