Doğan Avcıoğlu geldi Ankara'ya İstanbul'dan. Geldiği akşam Rıhtım lokantasında buluştuk. Doğan Avcıoğlu, eşi, Uğur Mumcu, bir de ben. Uzun zaman var ki görmemiştim. O içerde kaldı bir süre. Bir daha uzun süreli gelmedi Ankara'ya. İstanbullara yerleşti. Mehmet Kemal de öyle. Avcıoğlu ile Mehmet Kemal'le, Ankara'da aynı apartmanda oturduk. Hele Avcıoğlu'yla uzun süre bir telefonu kullandık. Eski arkadaşım yani.
Yemekte konuşuyoruz:
-İşkence yaptılar mı sana?
Ayaklarına, ellerine pranga ya da kelepçeler takmışlar. Gözlerini bağlamışlar.
-En çok Şevket Süreyya'yı sordular. "Şevket Süreyya komünist denil mi hadi anlat?” dediler. Amma, bir şey var ki beni işkenceden kurtardı.
-Ne o?
-Trinitrin. Kalp hastasıydım ben. Cebimi kurcalarken trinitrin şişesini bulunca, herhalde "ölür de başımızda kalır... diyerek, vazgeçmiş olmalılar işkenceden.
-İlhan'a yapmışlar mı işkence?
-Onu falakaya çekmişler. İlhami, Davutpaşa'ya geldiğinde yüzünde kocaman bir kırmızılık vardı. Belli ki, şiddetle vurulmuştu yüzüne...
-Haydi, içelim... Deyip yudumluyoruz içkilerimizi.
-İstanbullular Ankara'ya seyrek gelirler. Turhan Selçuk, geçenlerde Yeniortam'a geldi. İş arasında doğru dürüst konuşamadık bile.
Ben İstanbul'a gittiğimde farklı mı sanki? Orada da herkes kendi dünyasında. Çetin Altan da gelmez artık. O da yerleşti, İstabullara. İstanbullu oldu... Adana mapusanesine alışır da, Adana'da yurt tutar kalırsa Can Yücel şaşmayacağım. Kaç yıl oldu?
Af çıktı, çıkacak derken bunca genç, bunca aydın, kadın-kız, erkek cezaevlerinde hâlâ. İnsan haklarına, Anayasa'ya, yasalara aykırı koşullarda yatıyorlar içerde...
★
Başbaşkan Ecevit, neden öyle zayıflamıştır? Sade o mu, bütün bakanları kabinenin -az çok- kilo vermişler. Bir MSP'liler oldukları gibi duruyor. Çok çalışmaktan mı, üzüntüden mi, yıpranmaktan mı?
Neyse, zamlar üstüne veryansın etme bitti gibi. O günlerde Bülent Bey, ne uykusuzluklar geçirmiştir. Hücumlara karşı ne dese acaba?
-Zamları eski iktidar hazırladı...
Evet, bir kısmını öyle ama, tutacak şey değil. Ne demeli? Düş gücümü kuruyorum, işletiyorum:
Gecenin bir yarısı, Rahşan Ecevit, eşini dürtüyor:
-Bülent, buldum...
-Hm? Anlamadım.
-Buldum, kalk...
-Neyi buldun?
-Zam hücumlarına karşı ne cevap vereceğini...
-Bunu sabah söyleyemez miydin?
Uyku tutmamıştır bundan sonra. Düşünceler, düşünceler:
-Söyle bakalım, ne buldun?
-Böyle, böyle...
-İyi, peki.
Gecenin bir yarısı -artık uyku da tutmayınca- kalkıp bilmem kaç kilometre uzaklıktaki Gölbaşına gitmek istiyor canı. Kalkıp gidiyorlar da. Issız Gölbaşı yollarındaki başbakanla eşi dolaşıyorlar. Bir sürü şehirlerarası otobüsler gelip geçiyor. Uykulu şoförler, merak etmiyorlar 'kim bunlar' diye.
Ecevit gerçekten yorulmaktadır. Yerli yersiz hücumlar -ne yalan söylemeli- bunaltmış olmalıdır adamı. Hele Türkiye'de kokuşturulmuş, iki yüzlü işleyen bir çarkı tersine işletmeye kalkmak, pek öyle kolay olmasa gerekir. Yüz yerden yüz engel çıkarılmaktadır. Ancak, bu engellerle de bir bir başa çıkmak zorundadır. Yoktur bunun başka yolu çünkü.
Ecevit için plak hazırlanıyordu, ne oldu bilmiyorum. Plağın adı Ak- günlerin Karaoğlan'ı" olacaktı. Muazzez Türüng okuyacaktı.
★
Bayındır'dan Ahmet Toptaş, oturup "kaymakam hikâyeleri" yazmış. "Ankara Notları"nı ara sıra “Taşra Notları" yapmamı öneriyor. Bir ilçede, çocuklar kendi aralarında bir oyun oynuyorlar. Çocuklardan biri, ilçenin büyüklerinden birinin adını aklında tutarak, arkadaşına soruyor.
Farz, vacip, sünnet, nafile... Bütün namazları kılar?
-İmam Ahmet...
-Bilemedin, elinden teşbihi hiç eksik olmaz?
-Molla Mehmet...
-Bilemedin çocuklarını Kur'an kursuna gönderirler?
-Hacı Emin...
-Karısını hiç dışarı çıkarmaz. Evinin balkonuna bile.
-Bildim, kaymakam...
Fıkralar, böyle uzayıp gidiyor. Kaymakam da kıyıcı mı kıyıcı. TÖB- DER'e düşman.
★
Bir fıkra daha, belki onu beğenirsiniz:
Adamın biri, bir yabancı il'e gitmiş çok çok önceleri. Bakmış, caminin minaresinde müezzin, ezan okuyor ama, okurken sadece Tanrı uludur" diyor, arkasını söylemiyor. "Allah Allah" demiş adam içinden, "Ne acayip yer burası böyle?" Caminin önüne gitmiş, adamlar şadırvan önünde abdest alırlarken kalçalarını da bir sağa, bir sola sallıyorlarmış. "Bari, demiş, şu işi kadı efendiye sorayım..."
Kadı Efendi'nin odasına girip ne görsün? Kadı'nın odasında bir genç erkekle bir genç kız, sevişiyorlar. Hemen kapıyı kapayacağı sırada kadı çağırmış:
-Gel gel gitme. Ne soracaksan sor...
-Efendim. Böyle, böyle. Müezzin minarede ezan okuyor, fakat sadece "Tanrı uludur" diyor, gerisini söylemiyor...
-Ha, anlatayım: Bizim müezzin Ermeni. "Tanrı uludur" diyor, fakat, arkasını söylemeye kendi dini elvermediğinden orada bırakıyor...
-Peki, abdest alanlar kalçalarını sağa, sola sallıyorlar o neden?
-Biz, nasıl abdest alınacağını bir genelge ile duyurmuştuk halka. Genelgede, eller yıkanırken, parmaklardaki yüzüklerin oynatılması gerektiğini de bildirmiştik. Genelge "teksir" edilirken bir yanlışlık olmuş. Abdest alırken parmağındaki yüzüğü çeviriniz olacağına başka şey çıkmış. O da ondan. Buradaki durumu merak ediyorsun değil mi? Bu iki genç evlenecekler. Ben de onların başarılı evlilik yapıp yapamayacaklarını gerçekçi bir gözle saptıyorum. Durum bundan ibaret. Görüyorsun ya, burada her şey yasalara, tüzüklere uygundur...
19 Mart 1974