"İngilizler Kaç Yazar?" başlıklı Ankara Notları'nı dikkatlice okumuş muydunuz, satırların arasını örneğin...
Başbakan Ecevit'in telefon çağrısı üzerine yabancı konuklar köşküne gittim. Sordu:
- İsterseniz, dışarda oturalım, serin...
- Olur.
Sonra bir görevli geldi. Ecevit sordu:
- Ne içersiniz, çay mı kahve mi?
Biraz kurumuş muydu ne ağzım. Kendi sesimi kendim duyamadım, iyi mi; yavaşça:
- Çay... dedim.
- Nasıl olsun?
Ha, demek kahve anladı Başbakan. Eh ne yapalım...
- Az şekerli...
- Peki, Mustafa Bey'e orta şekerli bir kahve...
Yutkundum, boğazımı "ı-ı" diye temizledim.
"Göreceğim gelmişti" dedi Başbakan. "Uzun zaman görüşemedik..." Belki de lâf olsun diye sordum ilk soruyu:
- Bülent Bey, şöyle bir yurt gezisi düşünüyor musunuz?
Tam o sırada, telefon çaldı. Bülent Bey gitti, geldi:
-Cenevre...dedi. Turan Güneş, "Daha gelmediler" diyor. Ha, yurt gezisine niye çıkmıyorsunuz diye sormuştunuz. Gördünüz işte, kâh Cenevre, kâh Washington...
Ağzımı açıp bir soru daha soracağım, yine bir telefon. Bir bakıma iyi de oluyordu. Başbakan gelene kadar ben, balkondaki çoğunun adlarını bilmediğim renk renk çiçeklere bakıyorum, “Ne güzel şeyler, ben niye bilmiyorum bu çiçeklerin adlarını?” diyorum içimden.
Bülent Bey dönünce soruyorum:
. Bizim Kıbrıs çıkarmamız karşısında devletlerin tutumlar, nasıl ol- du?
Konuşuyoruz. Büyük açıklıkla anlatıyor Başbakan.
- Askerlerin tutumu, durumu nasıl?
- Koalisyon...
- Başlarda biraz sıkıntılarımız olmadı değil, şimdi iyi...
Yunan Başbakanı Karamanlis’e, Ecevit karşılıklı görüşme ve sorunları çözme önerisinde bulunmuştu. Karamanlis, görüşme yürekliliğini gösteremedi. İyi mi? Karamanlis de zor durumda mı ne? Niye öyle otelde motelde çalışıyor? Şimdi, Başbakan Ecevit yabancı konuklar köşkünde, yahut başbakanlıkta değil de örneğin Ankara Oteli’nde çalışsa ne düşünür herkes.
Ne sorsam diye düşünürken, Bülent Bey’i yine telefondan çağırıyorlar. Kısa sürüyor telefon görüşmeleri.
Sovyetler, gerçekte o kadar büyük güçlük filan çıkarmamışlardır Türkiye’ye. Türkiye’nin tutumu -kendi görüşleri içinde- desteklemişlerdir. Ancak, Yunanistan’da cunta yıkılıp da Yunanlıların komünist partilere izin verme hazırlığına geçmeleri üzerine, daha endişeli gibi bir tutum takınır olmuşlardır. Kendi kendime sesli düşünüyorum sanki:
-Sovyetler öyle istiyor, demeseler, kurmalı Türkiye'de de komünist partisini... gitsin.
Amerikalılar, örneğin Kissinger, yanlışından dönmüş gibiydi. Daha akıllıcaydı tutumu, sezdiğim.
Bülent Bey’le konuşurken, bir şeylere kararlı olduğunu sezmiştim. Başladığı işi sonuna dek, taaa gerçek barış kurulana kadar sürdüreceği izlenimi uyandı bende.
Başbakanla konuşan gazeteci arkadaşlarım, hep onun uykusuzluğuna acımış bir haldeydiler. Uykusuzluk ne ki!.. Onca uykusuz kaldıktan sonra birkaç saat uyumamız yetermiş aslında.
Siyasal soru ve görüşmeleri yumuşatmak, havayı değiştirmek için soruyorum:
- Burada televizyon var değil mi?
- Evet var. Hem biz televizyon aldık. Yerli bir Philips. Siz almadınız mı?
- Hayır.
- Ben başlarda televizyona prensip yönünden karşıydım. İnsanı çok meşgul ediyor, çalıştırmıyor diye. Fakat zorunlu oldu artık.
- Savaşla uğraşalı şiir yazamıyorsunuz galiba. Sizin şiirleriniz güzelmiş gerçekten. Zaman zaman gazetelerde konu yapılıyor da görüyorum.
Daha yayınlanmamış çok şiiri olduğunu söylüyor.
Soruyorum:
- Türkiye Kıbrıs'a harekete geçerse, buna İngilizler karşı çıkabilir mi?
- Zannetmiyorum.
Hükümetteki hava da buydu. İngilizlerin karşı çıkmayacağı yolundaydı? Fakat çıkarsa, İngilizler var diye, giriştiğimiz hareketi durduracak değildik.
Ayrıldıktan sonra, kafamda "Ankara Notları”nın çatısını kurmaya çalışıyordum:
- Kaç yazar?
(15 Ağustos 1974)