Dümenleri Bozulanlar...

İşkenceleri izlemiş, seyretmiş bir polis memuru anılarını hazırlıyor bu sıralar. Anılarda benim adım geçiyormuş. Bir görevli işkencecinin te­lefon konuşması, o kadar...

- Efendim, herkes içerde. Bir Mustafa Ekmekçi dışarda, o da yazıp duruyor. Nasıl onu da biraz okşayalım mı?

-    Peki efendim nasıl isterseniz...

Kurtarmışım anlayacağınız. Ne dedi telefonun öbür yanındaki işken­ceci ki, beriki "Peki efendim, nasıl isterseniz" karşılığını verdi. Belki, şöyle demişti:

-   Yahu, zaten çok doldurduk içeriye. Dışarıda da bir iki kişi kalsın zararı yok...

Belki, öyle değildir de, şöyledir işkencecinin dedikleri:

-   İçeriyi bırak. Siz bir trafik kazası filân düzenleyin en iyisi. Neyse, işkenceciyle konuşmak gerek ne düşündüğünü öğrenmek için. Yahut, telefonun berisindekiyle. İkisiyle de konuşmak istemem doğrusu.

Sabahın erken saatinde, Çankaya'dan otobüsle Ulus'a geliyorum. Ben kapıdan çıktığımda Eylem de, Özlem de uyuyorlardı.

İşkencecinin ne demiş olabileceğini düşünürken, kulağıma otobüs- teklerin konuşmaları geliyor...

-    Git bir milletvekiline söyle, yapar senin işini...

-    Yok gitmem. Milletvekiline neden boyun bükeyim...

-    Boyun bükmek mi bu yav, o sana muhtaç. O sana boyun büksün.

-    l-ıh... gitmem ben.

Ne acaba derdi?

Kavaklıdere'yi inerken Bayar'ın uzun, upuzun arsasını seyrediyo­rum. Atatürk'ün son başbakanı, bu kadarcık bir dünyalık edinmiş de­mek.

-   Ohoooo, o daha Ankara'daki. İstanbullulardaki, Bursalardaki ne oluyor...

Bir arkadaşım böyle demişti, bir başka gün. Aman, bana ne, zengi­nin malıyla ne uğraşacağım. Ona dert olsun...

Demirel gerçekten güllerin arasına iliştirdiği söylenen kartına "Neferinizim" diye yazmış mıydı? Gazeteciler, Süleyman Bey'den güller gel­diğini duyunca oraya koşmuş olmalıydılar. Bayar'ın sürekli yanında du­ran, gülleri alıp getireni savan okumuş olmalıydı kartta be yazdığını. Fa­kat adam, kartı okuduktan sonra neden ceketinin küçük cebine soku­verdi kartı. Gazeteci neden "kartı bir görebilir miyim?" demedi. Belki kolay değildir, herşey sorulmaz ki.

"Neferinizim" sözcüğünü ne Celâl Bayar, ne Süleyman Bey yalan­ladı. Ne diyecekler yalanlayıp da? Süleyman Bey:

-    Ben öyle şey demedim... Dese, bir türlü. Bayar:

-    Ben öyle bir kart almadım... Dese, başka türlü.

İkisi de, bir yalanı yaladı yuttu zorunlu olarak anlayacağınız.

Ancak, kamuoyu uzun süre uyutulamamalı, yanlışlar neden sonra da olsa ortaya çıkarılıp yazılabilmeli bence. Belki, gazeteci dostlar bun­dan böyle karşılaştıklarında sorarlar:

-   Efendim, böyle böyle... Siz Bayar'a "neferinizim" filân dememişsi­niz.

Bakalım, ne karşılık verecek. Bayar da öyle. İki kişi biliyor işin doğ­rusunu. Pardon, bir de kartı cebine atan kişi. Onun da adının, soyadının baş harflerini yazayım. Böylece işi sağlama aldığımı, kafadan atmadığı­mı anlar: Adı: S. T. iyi mi?

Bu kadar kısa sürede neler geçiyor kafamdan. Sabahın erken saati Meclis'in önündeki durakta kimse inmedi. Giriş yolunda nöbetçiler, yo­lun ortasında zincir...

Mustafa Üstündağ’la ilgili önerge de ele alınıyor Meclis'te. Mustafa Üstündağ ne kadar seviliyormuş, böyle anlarda belli oluyor işte. Belki de gensoru önergesini böylesine ortaya getirenlerin hesapları bozula­cak bir bakıma. Arasıra böyle sınavlarla çoğunun telgrafları duruyor masamın üstünde. Devrimci öğretmenler olarak yurt sorunlarını bir ke­nara atıp, çıkarları uğruna hükümeti özellikle sayın Millî Eğitim Bakanı­mızı yıpratmaya çalışan çıkarcı zihniyetin karşısında olduğumuzu ileti­riz...'* diyorlar.

. 14 Ekim'de dümenlerinin bozulacağını sezenler istiyorlar hükümetin gitmesini. Daha halk pek bir şeyin farkına varmamışken, daha gözü açılmamışken, eski dümenlere dönebilir miyiz acaba diyenler.

Bazı AP'lilere göre, hükümeti ayakta tutan Süleyman Bey'in ta ken­disidir. Süleyman Bey bir çekilse aradan sağ birleşiverecek. Hükümet de güüüüümmmmm... Seyredin siz o zaman.

Bunu taa, gözlerinin içine bakınca anlıyorsunuz. Kayınbabasından kalanlar gerçekte yeter de artar ama, o kadar da değil devletin, tüyü bitmedik yetimin sırtına yapışmış besletmiş kendini. Halkın gözü açıldık­ça, bunlar gidiyor elden heeeyyyy...

Biri sordu, herşeyi bile bile:

-    Ne yapıyorsun?

-    Gazetecilik yapıyorum...

-    Sadece o kadar mı?

Bunda, "Ben senin ne yaptığını bilmiyor muyum?" diyen bir şey var­dı.

Dümenlerin bozulduğunun çoktan farkındaydılar. Bunca kızılca kıya­met de ondandı zaten...

(13 Haziran 1974)