Sarımsağım, Soğanım

Anam, okuma yazma bilmezdi. “Millet mektepleri” kampanyası sırasında, birkaç gün kursa gitmiş, ancak okumayı, yazmayı tam söktüremeden bırakmak zorunda kalmıştı. Evde, bağda, dağda iş beklerken, kolay mı okuma-yazma kurslarını sürdürebilmek? Çocukluğunda okullara gidebilseymiş, belki yazı ile uğraşan biri olurmuş. Manilerle konuşurdu, keyfi yerinde olduğunda…

“Ben buranın yerlisi,
Yüzü, gözü kirlisi…”

derdi. Dağdan, taştan ibaret, yoksul kasabayı bir türlü bıraktırıp, kentlere geçememiş bu yüzden babam. Oralarda doğmuştu, oralarda ölecekti. Öldü de. Amma, bırakmadı baba-dede yurdunu.

Turgut Kazan’ın İlhami Soysal’a yazdığı mektubu okuyunca andım, anamın bu sözlerini. Şöyle diyor Turgut Kazan:

“…Sanki kaçacağız, bu insanları ve bu toprakları bırakıp gideceğiz. Vay babam vay. Yağmamı var? Mapusanesinde de olsa yaşayacağız, dayanacağız. Bu memleket bizim memleketimiz, bu insanlar bizim insanlarımız. Daha mutlu, daha aydınlık ve daha özgür günler için yaşayacağız…”

Anamın konuşmalarını uzun zaman, küçücük defterime not almıştım, ortaokul sıralarındayken. O bir yandan konuşur, ben bir yandan not tutardım, çok kez yorulurdum. Yitirdim o defteri, yok.

Bir gün arkadaşları ile evde oturuyor, konuşuyorlardı. Arkadaşları da kimler? Mahallenin -belki- en yoksulları, garipleri. “Egisteli Ebe” dediğimiz, bir yaşlı arkadaşı. Anama, “Cennet komşum” derdi. “Silifkeli karı” derler bir başkası vardı. “Zıpır karısı” bir başkasıydı. Hiç unutmam, bir gün kadınlardan biri, evin içinde soyunmaya kalktı. Anam uyardı:

-Deli karı, bak burada çocuk var, ne yapıyorsun?

-O, benim evladım sayılır…

Şıkır şıkır oynadıydı. Ben habire notlar alıyorum. Kimler ne dediyse. Birinin dikkatini çekti bu…

-Ne yapıyor, bu oğlan burda gı?..

-Bizim konuşmalarımızı yazar.

-Eleh.... Öyle şey mi olurmuş. Ne biçim ev burası. Ben durmam burda, bi daha da gelmem...

Anam:

-Sizi değil, anasının konuşmalarını yazar. Ne yapayım?

Tadı kaçtı, yazamadım...

Konuşmaları, düşünceleri kitaplarda okuduklarımıza hiç benzemiyordu Dedikodular yapılır, kim hangi kızı kaçırmış? Filanın hastalığı aslında neymiş, buna benzer şeyler. Bir yandan da kırman eğimlerdi. Bazı yemeğe de alıkordu konuklarını. Bir ağabeyimden sakınırlardı, ana'mın arkadaşları. "Herkesi dolduruyorsun eve" demesinden yılarlardı. Beni, küçük olduğumdan pek kaale almazlardı. Bir ayak sesi duysalar, konuşmayı keserler, sonra da:

-Mustafa'ymış gı, Halit değilmiş, derler, konuşmalarına devam ederlerdi.

Anamızın konuşmalarını, yaşayışını eleştirirdik. Yeni sözcüklere dili dönmediğinden "aaa, anam bak nasıl söyledi?' diye takılırdık. O bize bakar, bakar:

-Sarımsağım, soğanım, kel karıdan doğanım... derdi. Yani, ''siz okudunuz, okuyorsunuz ama, beğenmediğiniz ananız doğurdu sizleri Yaaaa..." demek isterdi. Kuşlar gibi kanatlarını gerdi üstümüze taaa ölene dek.

Liseyi yeni bitirdiğimde, Konya'da çıkan "Öğüt" gazetesinde çıkan bir küçük fıkradan dolayı, "Cumhurbaşkanına ima yoluyla hakaret” gerekçesiyle savcılık harekete geçmişti. Jandarmalar evde gelip aramışlar, gitmişler. Komşular, arkadaşları da.

-Oğlunu asacaklar... mı ne, deyince, ağlamaya başlamış. Eve gelince, "Hay oğlum, yazma şu yazıları. Sen mi düzelteceksin her bozukluğu" dedi. Ekledi:

-Atlı sığmış, itli sığmış dünyaya, sen mi sığmıyorsun...

Sığamıyorduk. Bilinçsizdik. Amma, bir yerlerde bir bozukluk olduğunun farkındaydık. Sonra, sonra daha açıldı gözlerimiz... Çıkarcıları kimler olduklarını, çıkarları için neler yapabildiklerini gördük, gözlerimizle. Demokrasinin yutturmacasını, doğrusunu öğrendik.

Gazetecilik mesleği, bir çok sakatlığın üstüne üstüne gitmenin yollarını öğretti. Yıllarca, “vatan haini" diye belletilenlerin, gerçekte birer vatansever oldukları da.

Tarihler saptırılmış, öğretiler saptırılmıştı ülkede yıllar yılı. Koca koca adamlar kandırıyorlardı insanı.

Yasaklar içinden, dikenli tellerden, güç dönemlerden geçip gidiyorduk, geleceğe. Anaları en iyi anladığımı sanıyorum. Çocuklarının üstüne titreyen anaları. Babaları da... Onlar biliyorlar, çocuklarının yurdu en çok sevdiklerini. Yanlışlıkları varsa gereğince, yeterince eğitilmediklerindendir. Eğitmeyenler, kapıları kapayanlara hiç bir zaman dâvacı olamazlar. Öyle değil mi Paşam?

                                                                                                                                                 ★

İstanbul dan A. Şahin, cebindeki on lirasının 380 kuruşunu harcayarak yolladığı mektupta, ismet Paşa’nın son demecine değiniyor. Kısaca şöyle diyor:

Bizi şu an, en çok üzen taraf, yıllarca kendisine hizmet ettiğimiz, politikasına âlet olduğumuz, oylarımızla sömürüldüğümüz sayın İnönü'nün "CHP'ye oy vermeyin" anlamına gelecek demeci oldu. Bir taraftan da çok iyi etti sayın Paşa. Çünkü ben yıllardır rengini öğrenememiştim ama, açık seçik öğrendim ne olduğunu, kimlere hizmet ettiğini. Zaten bundan başka bir şey beklemek de hataymış.

Gerçekten siyasi iktidarlar yalçın kayalara benzerler, oraya kartallar nadiren konar... Her mahallede bir milyoner türetmeğe uğraşan sağ iktidarlara yakışır Paşa. Çok geç de olsa, safına döndüğü için memnunum..."

25 Ağustos 1973