Kar mı Yağıyor?

Şimdi anlatacağım, belki yakında daha geniş ve belgeli olarak yazacağım. O zaman, daha üç çocuk asılmamışlardı. Ben çalıştığım yerde - bir gazeteciyken- zorunlu izinliydim. Evde oturmaya zorlanmıştım. Fena da olmuyor muydu ne? Hanım işe giderken evde oturmak, Eylem'le Özleme bakmak. Ancak olayların dışında kalınca, çok şeyi sonradan öğreniyordunuz.

Üç çocuk daha asılmamışlardı. Bir gün hukuk profesörlerinden Necdet Özdemir'e biri yaklaştı:

-Cumhurbaşkanı, sizin idamlar konusunda görüşünüzü istiyor. Hem de acele. Yarın sabah saat 9'a kadar hazırlayın, gelip sizi alacaklar.

Profesör Özdemir, Allah Allah..." dedi içinden. Neden bilgisine başvuruyorlardı acaba? Önce bir arkadaşına uğradı, sonra evine gitti çalışmaya, görüşünü hazırlamaya başladı. İdamlara karşıydı.

Daktilonun başında uykulu halde yazarken, apartmanın önünde bir arabanın durduğunu anladı. Arabanın üzerinde Çankaya'nın forsu asılıydı.

Arabaya bindi. Çankaya'ya vardı. Cumhurbaşkanı Sunay, kendisini bekliyordu. Sunay, sormadan içindeki merakı gidermek istedi:

Bu kadar cezacı, hukukçu varken, neden benden mütalâa istediniz?

Sunay, karşılık verdi. Kısaca,

-Dışarda solcu profesör kalmadı ki...

Prof. Necdet Özdemir, "İdamlarda acele edemezsiniz. İdam edemezsiniz. Bunun tarihî sorumluluğu vardır" dedi aşağı yukarı...

İdamlar bir süre gecikmişti. 

Sunay'ın idamları onaylamada gösterdiği tereddütlerin -varsa- nereden geldiğini tarihçiler araştıracak elbette. İngiliz Kraliçesi gelecekti sahi o sıralarda Türkiye'ye. İngiliz Kraliçesi de karşıydı idamlara, öyle duyuyorduk.

Gazeteci, tarihçi değil elbet. Tarihçiler araştıracak neler olup bittiğini...

Gece yarısından sonra bir telefon çaldı. Bekliyorduk telefonu. Daha önce kendisine tembih ettiğim avukat arkadaştı. Çalışmadığım için gece sokağa çıkma kartım da yok.

-Bizi şu anda götürüyorlar, dedi avukat arkadaşım.

Bir süre sonra, yeniden aradı. Son sözlerini okudu telefona...

Kapadık telefonu. Gece karanlığında döndüm yatağıma. Karım ağlıyordu.

Parlamentoda idam kararları komisyondan nasıl geçti. Meclisler'de bir an önce çıkarabilmek için kimler gözleri ışıl ışıl bir isteri nöbetinde gibi kıvranıp, koşuştu biliyorum.

Özer Derbil'in komisyonda "muhalefet" önerisini, Bülent Ecevit'in mücadelesini, herkes gibi çok sonraları öğrendim... Öğrenenler de belki çoktan unutmuşlardır bile, işi tarihçiye bırakmak daha iyidir diyerek.

Karar Askerî Yargıtay’dan o gün çıkacaktı. Şimdi emekli olan değerli Yargıç General Kemal Gökçen'in odasındaydım. Bir ara şöyle demişti:

-Bütün bu olayların sorumlusu bu üç genç mi?

Yüksek yargıçlar kararlarında bir noktanın üstüne basa basa durmuşlardı. "Bundan sonra, bizim de yanılgımız olmuşsa, Yüksek Parlamento bunu düzeltmelidir" diyerek.

Şimdi, çoktan emekli olmuş olan Kemal Gökçen Paşa, şunu da söylemiş miydi?

-Mustafa Bey yarın bir gün gelir af çıkar. Hepsi affedilir, ölen öldüğüyle kalır...

Ölenler, öldükleriyle kaldılar.

Ankara'da, Türkiye'nin her yerinde af konuşuluyor şimdi. Aldığım bayram kartlarının çoğunun üstünde Yılmaz Güney'in resimleri ve yazıları: Af... af... af... Kim kimi affedecek?

Parlamento'ya gittim. Meclis Başkanlığı seçimi için turlar devam ediyordu. Parlamento'ya yeni girmiş, bir şeyler yapma isteğiyle dolu genç parlamenterler sıkılmış gibiydiler. Bir an önce seçilsin Meclis Başkanı, kurulsun hükümetler ve çalışmaya başlasınlar. Öyle geziyorlar kulislerde. Ferit Bey, bir köşede neden öyle bakıyor? Geçerken neden yolunu değiştirdi karşılaşmamak için? Eski Cumhurbaşkanı Tabii Üye Sunay, ne düşünüyordur kafasında, oturduğu yerde? Yanındaki eski Hatay Cumhurbaşkanı'yla da konuşmuyor. Nihat Bey sfenks gibi... AP'liler arasında -Senato'da- Fethi Tevetoğlu yok. Kurt bakışlarıyla nerede, nereye bakıyordur şimdi? Yenilerin hiçbirini tanımıyoruz desem yeri. Öğreniriz yavaş yavaş...

Çıktık Parlamento'dan. Kar yağıyor Ankara'ya sabahtan beri.

Çocukluğumda ne heyecanlanırdık kar yağınca. Anamıza seslenirdik:

-Ana, kar yağıyor kar...

-Kan mı yağıyor hay oğlum?

"Doğru" derdim içimden. Amma, yağan her karı görüşte, kan yağabileceğim düşünürdüm. Ya bir de kan yağsaydı?

Sabahleyin mutfaktan seslendim Eylem'e:

-Eylem, gel bak kar yağıyor...

-Buraya da yağıyor baba, görüyorum...

3 Kasım 1973