İhsan Topaloğlu, yanında oturan eski İmar-İskân Bakanı Rüştü Özal'la şakalaşıyor. Topaloğlu:
-Karadenizliler, Kayseri'nin deniz görmüşüdür. Öyle derler...
Topaloğlu, gerçekte Kilisli, fakat Giresun Senatörü ya, öğünüyor...
Bulunduğumuz yerde televizyon yok, ne güzel, yılbaşı gecesi, Çankaya'da Hülya restoranda yemekteyiz. Yemekte on beş, yirmi kişi var: Aklıma gelenler, Özer Derbil, Türkân Akyol, eşi Turhan Akyol, Şinasi Orel, Attilâ Sav, DP'li Turgut Cebe, Altan Öymen, Cahit Karakaş, adlarını şimdi hatırlayamadığım daha birkaç dost. Attilâ Karaosmanoğlu Ankara'da olsaydı o da bulunurdu bu yemekte diyorum içimden. Gerçekte, Özer Derbil akıl etti, plânladı bu yemeği. İyi de oldu. Nereye gidecektik? Eylemle Özlem'i dedesine, Seçkin Teyzesine bırakıp haydi gruba katıldık...
Hülya restoran, Çankaya'nın hemen hemen tepesinde. Gecekondular karanlıklara gömülmüş, daha saat 23'te. Derbil, bir ara pencereyi açıp bağıracak olmuş:
-Uyanın heeeeey... diye.
Uyanacakları yok. Binlerce gecekonduluk mahalleden, pul kadar bir pencere ışığı gözüme çarpıyor.
-Herhalde gece yarısına kadar bekleyip, yeni yılı karşılayacaklar...
Politikacıların olduğu yerde, ister istemez politika konuşuluyor. Yemekten sonra bir de pasta geldi. Pastayı bir operatör kesiyor:
-Yahu, pasta kesmek insan kesmekten kolaymış valla...
Yemekten sonra, hadi tombala... Yıllar var, kimse tombala oynamamış belli. Nasıl da heyecanlı beklediler numaraları...
Özer Derbil, bu toplu yemeğin tatsız olmaması için her şeyi yapmış. Hastalananlar için masa üstünde ilâçlar bile var. Anlaşmazlıklara karşı ise el kadar bir Anayasa ve Türk Ceza Kanunu...
Penceresinde ışık yanan tek gecekondu da gömüldü karanlığa.
İçimden, iyi şeyler olmalı, barış havası gelmeli artık dedim ya, karamsarlığı atmak istiyorum ne yalan söyleyeyim.
-Ne oldu şimdi, Ecevit'e verecekler mi? Erbakan'la-mı kuracak?
Öğretmen Yeter Hanım, Anadolu'nun bir köşesinde söylenen bir deyimi hatırlatıyor:
-Atlar nallanırken, kurbağa da ayağını uzatırmış...
Hiç duymamıştım bu sözü. Küçük partilere yakıştırılabilir...
-Ya, bir de gök görmedik deyimi vardır. Adam, gökyüzünün maviliğini bile görmemiş. Yaşamaktan, dünyadan habersiz yani...
Yaşamak güzel şey... Nâzım'ın böyle bir kitabı var. Amma, her şeye rağmen mi yaşamak? Yaşamak kadar, yaşatmak da önemli...
-Ölüme mahkûm edilenleri, neden gün doğmadan sabaha karşı asarlar?
-Neden?
-Güneşi görürse, yaşama isteği çoğalır hükümlünün. Dünyadan ayrılmak istemez. Böyle bir duyguyu uyandırmak ise, hükümlüye eziyet sayılır. Onun için gün doğmadan asarlar adamı...
Türkiye’de belleklerde taze duran üç gencin idamı var. Kesinlikle bilmiyorum, ama araştırmaya devam ediyorum: Söylentilere göre, asılacakları yere prangalarıyle getirilmişler. İp, boyunlarına takılırken sökülmüş prangalar.
Böyleyse, bu işkence değil mi?
Yaşamak mı, yaşatmak mı daha güzel?
2 Ocak 1974