Atatürk Faşist Değildi...

Yıl, 1929. Gazi Mustafa Kemal, İzmir'de. O zamanki adıyla "Kramer Palas”ta balo mu birşey veriliyor. Mustafa Kemal’i koruma birliğinin başında da -vakit gece yarısını geçip de üst rütbedekiler teker teker ayrılınca kalan- Asteğmen Osman Korkut var. Nöbeti üstlerinden devralan Osman Korkut'a bir ara bir haber gelir:

-Muhafız komutanını Gazi istiyor...

Hemen kendine çeki düzen verir, koşar otel salonuna. Zaten otelin  yakınında yerleşmişler, beklemekteler.

Koca salonda ilerler, selâm durur. Buyruğunu bekler.

-Çocuğum, bize Muammer Bey'i getir.

-Başüstüne...

Aynı biçimde geri dönüş yapar ve uygun adımla salondan çıkar.

-Muammer Bey kim?

-Bekle canım anlatıyorum, sözümü kesme. Muammer Bey, İzmir'in o zaman en tanınmış ailelerinden -galiba Belediye Başkanı- ve Mustafa Kemal in eşi Lâtife Hanım'ın babası. Ben de bilmiyorum. Muammer Bey kim? Fakat durup da soracak değildim ya.

Dışarı çıktım. Bir araba geliyor hızla. Durdurdum, el ettim. Omuzlarımda kordon filân da var.

-Buyurun, bir şey mi istediniz?

-Affedersiniz, ben taksi sanmıştım. Beni Muammer Bey'e götürür müsünüz?

-Hay hay.

Arabaya atladım ben, bir süre gittik, bir köşkün önünde durduk. Ben çıktım, kapıyı çaldım. Çıkan kimseye "Muammer Bey'i Gazi çağırıyor" dedim. İçeri aldılar ve beni bekleyen arabayı da göndermemi zira Muammer Bey'in -Muammer Uşşakizâde- arabasının ve şoförünün olduğunu söylediler. Biraz bekledim. Muammer Bey hazırlanıp geldi. Kramer Palas'a vardık. Ben yine uygun adımlarla salonu geçtim, bir selâm çaktım:

-Muammer Bey’i getirdim Paşam...

Gazi yürüdü. Elimi sıktı ve bana bir kadeh dolusu rakıyı uzattı.

-İç bakalım, haydi şerefe...

Bir dikişte bitirdim bardağı. Daha o zamana kadar ağzıma içki koymamıştım. Boğazımı biraz yaktı, o kadar. Bir daha verdi. Ben biraz sendeledim ama, yine put gibi ayakta duruyordum. Sonra, kimdi Necip Ali miydi, kimdi şimdi aklımda kalmamış, biri gözle işaret etti. "Yeter artık" gibilerden. Ben selâm çakıp, "Allahısmarladık" dedim. İşte, ilk rakıyı böyle Mustafa Kemal'in elinden içtim.

O zamanki, Osman Korkut, şimdi Osman Korkut Akol, o gün bugün içkiyi bırakamadı bir türlü. "Atatürk'ün elinden içtiğim içkiyi bırakamam" diyor.

-Peki, tutukevinde nasıl yaptın. İçkisiz nasıl durabildin yani?

-O sır. Söylemem. Sonra yazarsın...

Osman Korkut Akol Hoca, TÖS dâvasından sekiz yıl, on ay 20 gün hapse hükümlü. Sürgün cezası ne kadar bilmiyorum. Bir zamanlar, "Yorgun Savaşçılar" toplantıları olurdu. Oraya beni de çağırırlardı. Hür- rem Arman İstanbul'a taşınalı, bir de lokantaya "meraklı vatandaşların musallat oluşu, yorgun savaşçıların içkili toplantılarının tadını kaçırdı mı ne?

Atatürk öldüğünde ilkokulun son sınıfındaydım. Hadim'de bütün okul, bahçeye toplandık. Başöğretmenimiz Ali Galip Ulutan bir konuşma yaptı. Ağladı. Ben neden ağlamadım acaba? Ağlıyanları seyrediyordum merakla.

Öyle tembih etmişlerdi:

-Saat 9'u beş geçe, boru sesini duyar duymaz olduğunuz yerde duracaksınız...

Eve mi gidiyordum? Tarlanın ortasından geçerken boru sesi...

Olduğum yerde durdum. Karşıdan gelen köylülerimiz yürüyorlardı. Belki de Atatürk’ün öldüğünü bilmiyorlardı. Biraz yürüdüm ben de, sonra yine durdum. Çocukluk işte.

Ne bileyim, O nereden bilecek boru sesini duyunca ayağa kalkılacağını ve öyle durulacağını? "Millet Mekteplerine gitmiş tam yazıyı sökeceğinde tavsatmışlar kursları, sökememiş. Okuması yazması yoktu. Babamın da. Babam eskiyazıyı kendi yazar, kendi okurdu. Lâtin harflerini tanımazdı sanırım. Amma, okuldan yolladığımız mektupları kardeşlerimize okutur, dinlerlerdi. Mektup bitince bir daha okuturlardı herhalde. Onlara okuldan uzun mektuplar yazardım. Bir deprem mi olmuş bir yerde, gazetelerde okuduklarımdan -düşlerimi de katarak- mektuba döşenirdim.

Bir gün ilçenin kaymakamı, kendisine gelen gazetelerden vermek istemiş, evde okursunuz diye. Babam cevap vermiş:

-Sağol Beyim. Mustafa'dan mektup geldi. Biz bu gece onu okuyacağız...

Atatürk'ü de, İsmet Paşa'yı da Kurtuluş Savaşı'ndan tanıyordu. Bizim oralarda sarışınları pek tutmazlar, ille kara olacak. Karayağız, Atatürk için "Sarışın canım. Gök gözlü. Bizim İslah'ın İsmayil gibi. İsmet Paşa daha yağız. Teftişe geldiler kaç kere..." derdi. Savaş sırasında süpürge tohumu yemişler, onları anlatırdı. Bitler nasıl kaplarmış her yanlarını? Kürekle bit atarlarmış siperden dışarı kimbilir?

Gazeteciliğe başladığım ilk yıllarda, yazı başlığı olarak "Devrim Çocuğunun Mektupları" seçmiştim. Belki baştan sona Atatürk Devrimleri üstüne yazılardı. O yazılara bakıp solcu diyenler olurdu.

Herkes bir ağlama duvarı sayar 10 Kasım'ı. Hiç öyle saymadım. Bugünün gençliği -hapislerde süründürdüğümüz gençlik- Atatürk dönemi olsa böyle mi olurdu? içerde mi, dışarda mı olurdu?

Af tartışmaları oluyor. Beyinlerin taaa içinde, çoklarının, "Aman ne yapsak da daha birçok kişi assak" düşüncesi bile vardı. Atatürk'ün kendisine tuzak hazırlıyanları, suikast yapanları bile bağışlattığı bilinir. Atatürk faşist değildi çünkü. İnsandı...

10 Kasım 1973