Bizim evde en çok adı geçen kişilerden biri Vedat Bey’dir. Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay... Çünkü, akşam olup da çocukların yatma saati gelince ışıkları söndüren odur.
-Vedat Bey, ışıklarının daha fazla yanmasını istemiyor. Hadi bakalım yatağa...
-Anne, kim yakıp söndürüyor bu ışıkları?
-Vedat Bey...
Sitenin önündeki -haftada bir gelen- çöp kamyonunu görmeselerdi, Vedat Bey o kadar gözlerinde büyüyecek değildi. Ankara Belediyesi'nin kocaman hortumlu çöp kamyonu, bir hırıltıyla çuuuup... diye çöpleri karnına doldurunca. Eylem'de de Özlem'de de şafak attı.
-Bu kimin?
-Vedat Bey'in... doğru. Çankaya'daki botanik bahçesini gördü Eylem. Hay Allah, o da Vedat Bey'in...
Geçen akşam, Çankaya Sineması'nda Sinematek'le Polonya Elçiliği'nin işbirliği yapıp gösterdikleri, Polonya filminin arasında gördüm Vedat Bey'i. Durumu anlattım, böyle böyle... Heyecanını, hevesini yitirmemiş bizim başkan. Bir aya kadar Ankaralılar, çeşmelerden akan suyu bardağa doldurup içebileceklermiş. Musluklardan akan suyu yani. Musluklardan temiz su akması ne demek Ankara'da Süzgeçleri temizlemişler. Gelgelelim borular o kadar pismiş ki, bir ayda ancak duru su akabilirmiş daha.. Olsun, yine de iyi.
-Bu kent, Anayasaya aykırı kardeşim. İnsan hakları değil, taşıt hakları önce geliyor çünkü.
Böyle dedi, Vedat Dalokay. İlginç plânları var Ankara'yla ilgili.
"Aydınlanma" adlı Polonya filmi güzeldi çok. Baş kadın oyuncu da Ankara'daydı, filmin gösterilmesi nedeniyle. Halka göstermezler böyle filmleri. Sosyalist ülkelerden geliyor diye. Beyin yıkayıcı Amerikan filmlerini gösterirler. Daha da uyusunlar diye. Bilmez miyim? Böyle uyuşturucu Amerikan filmleriyle, Amerika'dan asıl afyon satın alan biziz...
"Aydınlanma" filmi, insanın ruhsal çelişkilerini, yaşantısı ile içyapısı arasındaki uyuşmazlıkları koymuş ortaya. O kadar da rahat izleniyor ki. Filmi seyrederken kimse uyulmamıştır bahse girerim.
Aydınlanma, filmi seyretmeye gelen Maliye Bakanı Deniz Baykal'ı da etkilemiş, beğenmiş çok Baykal...
Vedat Dalokay’a göre film, "Ankara Notları”na benziyormuş. Daldan dala geçiyormuş.
★
Şiirlerine başka yerde hiç rastlamadım şimdiye kadar Nurten Çelebioğlu'nun. Ben şiirden anlamam ama, severim, okurum hoşuma giden bir şiiri. Nurten Çelebioğlu'nun yolladığı birkaç şiirden "Bahar Ezgisi"nin bir bölümünü yazmak istiyorum:
Belleklerde zorlayan gerçek
Kurşun yarası tazeliğinde
Geleceğe ödüldür yitirdiklerimiz
Ve kanayan günlerin getirdikleri
Bir çağlayan güzelliğinde
Dirilişi sunar yeniden
Yeniden bilenir yüreklerimiz.
………………………………
İlkel yargılamalar süregeldiğince
141/142'ler değil sorunlar
Kısır döngünün serüvenidir
Geçmişten geleceğe utancımız
Lekedir/Onursuzluğudur acının
Sürüp gitmeyecek böyle
Yarın ezgilerimiz kelepçesiz
Baharlarımız gerçekten gülecek...
Tutukevlerinde, cezaevlerinde işkenceler durdu artık diyorduk. Fakat küfürler, kaba davranışlar durmadı, kesilmedi daha. Adam gibi davranmasını bilmeyen faşist kafaları devlet kesesinden niye besleriz anlayamam bunu bir türlü. Tutuklulara, hükümlülere sövüp sayan, ona insan gibi davranmayanı, tutup kulağından atarsın devletsen, hükümetsen. Gitsin babasının evinde, karısının önünde yapsın züppeliğini...
Tutuktular yemek yiyecekler, masa yok, sandalye yok. Yataklarının içinde yerse yesin. Af çıkmadı diye, bunca tutuklunun önünde kucaklaşıp bayram etmek nesi?
Şimdi Ecevit, Milli Savunma Bakanı Işık, Genelkurmay Başkanı Sancar, bu konuların üstüne eğilmelidirler. Şimdiye kadar yaptıkları hadi af kapsamına girdi, işkenceciler bağışlandı. Fakat, bundan sonrasının, hesabı sorulur bir gün.
Bir sorun daha var içerdekilerle ilgili. Egemen güçler hükmünü yürüttü. Af çıkmadı. Çıkacakları beklenenler de içerde kaldılar. Şimdi, bunların "Özgürlük Yasası" çıkana kadar, daha iyi koşullarda yaşatılmaları sorunu. Mahkeme kararlarından sonra her biri, bir bucağa, bir köşeye savrulmuşlardır. İleride hukuk açısından değerlendirildiğinde "adlî hata" örneği olacak kararlarla, ortama göre yapılan uygulamalarla eziyet edildi bu insanlara. Fakat, eziyet üstüne eziyet edecek bir ulus değildir Türk ulusu.
Kadriye Deniz Özen, Giresun Cezaevi'nde kalır. Babası, iki kez kalp krizi geçirdikten sonra, kızının cezası Yargıtay'dan çıktıktan sonra öldü. Annesi, İstanbullulardan önce Ankara'ya, Ankara'dan Giresun'a gidip çocuğunu görmeye uğraşıyor. Bakanlığa başvurdu mu bilmiyorum, fakat onun istediği bir yerde kalmasını sağlamalıdır bakanlık. İstanbul'a, yahut İstanbul'a yakın bir yere nakledilebilir hükümlü. Ankara Merkez Cezaevi'nde yatan Erdal Orhan'ın babası gelmişti Ankara'ya. Erdal’ın Muğla ilçelerinden birine, örneğin Dalaman'a naklini istiyordu.
Niğde'de yatmakta olanlar, yarı açık bir cezaevine, örneği İmroz gibi bir cezaevine gönderilebilirler. Çimento tozlarından kurtarabilirler. Adana'daki hükümlüler, orada kendilerine yapılan işlemlerden yakınmaktaydılar. Bu önlenebilir. Elbette önlenebilir, insan hakları önde gelsin isteniyorsa...
★
Mehmet Başaran'ın yolladığı "Aç Kapıyı Bezirgânbaşı" kitabını ellerinden düşürmedi çocuklar. Benim çantaya koyduğumu nerden görmüş:
- Baba, benim kitabımı neden aldın? Ben ona bakıyordum..
- Kızım, ben de bir bakıp okuyacağım. Üstüne yazı yazarım belki. Akşama getiririm, olur mu?
- Olur...
Ayrılırken, kucaklayıp öptüm. Sordum:
- Ne getireyim sana? Çikolata mı, oyuncak mı?
- Bana kitabımı getir. "Aç Kapıyı Bezirgânbaşı"yı...
(25 Mayıs 1974)