Haşan iki yaşındadır. Babası, Nuri Bey, iki yıla yakın zamandır cezaevinde tutuklu. Babasını hep tel örgülerin, camların arkasından seyretti Haşan. Baba kucağı nedir, nasıldır bilmez daha. Taburenin üstüne çıkar. -Tabiî, iki yaşında çocuk tabureye de çıkabilir, ayakta da durabilir- babasını seyreder.
-Nuri...
-Hasan'ım.
Babasına Nuri diye seslenir Haşan. Annesi, Nuri der de ondan. Eve dönünce, annesiyle konuşma temrinleri başlar:
-Biz bugün kime gittik Haşan?
-Nuri'ye.
-Nuri kim?
-Baba...
Temrin ilerlemektedir. Babanın cezaevinde olduğu anlatılabilir yavaştan yavaştan...
-Peki, baban nerede oturuyor?
-Sandalyede...
Hoppala. Babasını ayakta görmedi ki hiç. Havalara atıp tutmadı ki babası, nereden bilsin Hasan'cık...
Bu tutukevi yöneticilerine çok tutuluyorum, içerliyorum bazen. Sanırsınız ki, onlar ana-baba olmadılar. Ne olur, küçük çocuklar içeriye kadar alınsalar da, babalarıyla, analarıyla kucaklaşsalar?
-Olur mu öyle şey, burası cezaevi...
Öyle diyecekler, diyebilir. Onlara da verilecek karşılık vardır.
Bir kuşak düşünün, çoğu babalarını, analarını camlar arkasından, demir parmaklıklar arkasından göre göre büyüyor.
-Efendim, o kadar dokunuyorsa götürmesinler çocukları...
-Yaaaaa...
★
Burası Türkiye'dir. Türkiye'nin sivil cezaevi ile askerî cezaevi arasında uygulama yönünden bir ayrım olmaması gerek. Fakat, nedense sivil cezaevlerine -cezaları kesinleşerek- nakledilenler, sanki özgürlüklerine kavuşmuş gibi olurlar. Selimiye ile Sağmalcılar arasında bir ayırım olmamak gerek aslında öyle ya.
Tutuklu iken, havalandırma sırasında spor yaptırılmaz mıydı? Adalet Bakanlığı'na bağlı cezaevine taşınınca ister spor yap, ister koş oyna, kim ne karışır.
Bıyıkları, hafif tertip saçları da bırakabilirsin bile.
Çocukları da, oralarda da kucaklayamaz mısın? Ziyaretçilerinle şöyle yan yana, yüz yüze konuşamaz, arada camları kaldıramaz mısın?
Ne diyorum biliyor musun? Bu dönem her şeyiyle bitmeli, tarihlere karışmalı anlayacağınız. Ben böyle yazılar yazmak istemiyorum anlıyor musunuz? Birkaç yaşlarındaki çocuklar, ilk temrin olarak babalarına mektup yazmayı öğrenmeye çalışıyorlar. Cezaevlerine mektup... Hani, bir şiir vardı:
Bu çocuk büyük,
Babası kadar olur
Ondan sonra da efendim
Ölür...
Şiir tam böyle mi, şimdi bilmiyorum. Ama gelecek kuşaklarımızı bundan iyi anlatan şiir yok gibi gelir bana.
★
Özlem, Eylem'den daha erken mi kalkıyor. İlk sözleri:
-Baba...
Eylem seslendi:
-Baba...
-Bir saniye kızım, şimdi geliyorum.
-Saniye gitti, baba.
Saniye, ara sıra Eylem'i gezdiren komşu kızı.
Geçen gün, kalk sen çık evden, Basın Sitesi bloklarını geç, genç kızların delikanlılarla yan yana oturdukları duvarın üstüne çık, ayaklarını sallayarak otur. Haber vermişler:
-Eylem, taaaa nerelere gitmiş, orada oturuyor teyze...
Sorgu, sual:
-Neden gittin kızım oralara?
-Polis amcayı aradım. "Polis amca, Başar yaramazlık yapıyor" diyecektim.
Muhbirlik iki yaşındaki çocuklara kadar indi, demek...
Pablo Neruda'nın ölümü üzerine ne büyük tören yapmışlar Şilili devrimciler. Pablo Neruda'nın önceki günkü şiirini okudunuz mu? Enver Gökçe'nin çevirdiği?
Çocukları düşünmeliyiz biz, düşünmeli ve kendimize çeki düzen vermeliyiz. Yanlış mı dediklerim yoksa?
★
Bu Ankara Notları'nı çocuklara ve cezaevindekilere ayırmak istiyorum. Postacının getirdikleri içinde, şu mektup da çıktı. Aceledir, tedbiri alınır belki diye yayınlıyorum:
"İlçemiz kaymakamı, kaymakamlık arabasına ilköğretim müdürünü de alarak köylerde Adalet Partisi lehinde propaganda yapmaktadır.
Kimseye duyuramıyoruz, çaresiz kaldık, ilgilerinizi arzederim. 1.10.1973 - Aşut köyü/Kelkit".
Mektup bu kadarcık. Yazanın adı da bende saklı.
6 Ekim 1973