12 Mart sonrası dönemi, teleks başında "Ankara Notları"nı yazmaya hazırlanıyordum. Bir ara, her halinden "Seni götürmeye geldim" diyen biri girdi içeri. Omuz başımda duruyordu. Sessizliği o bozdu.
Mustafa Ekmekçi'yi arıyorum...
Benim, buyurun...
Sıkıyönetime kadar gideceğiz. Savcı istiyor...
Olur, yalnız bir yazıya başlıyorum. Biraz bekleyebilir misiniz?
"Olur" dedi, ama oturmadı, başımda bekledi. Başımda bir polis beklerken yazıya nasıl başlayıp, nasıl bitireceğimi kurmaya başladım yeniden. Bir kaç saniye geçti geçmedi. Polis, yazının başlığını omuz başımdan, içinden okudu:
- Karaoğlan iktidara geliyor...
Rüzgârlı Sokak'ta bir gazeteye polis geldi mi, kısa sürede yayılır. Han'ın tüm katlarına. Dost gözler, kapı aralarından bakar çekilir. Yazıyı noktaladım...
- Tamam, buyurun gidelim.
Aşağı indik. Cip bekliyordu. Gazeteciler pencerelerdeydiler...
Bir şey mi oldu, yooo... İfadeyi verip döndüm, işime.
Gazetecilik, yazarlık uğraşını seçenler, yüklendikleri görevi hakkıyla yerine getirmelidirler. Hem de titizlikle. İzlemiş, yazmış olmak yetmez, her taşı kaldırıp altında ne var diye bakmak, yerine göre bulanık suda balık avlar gibi uğraşmak da var.
Yıllardır yazarım. Bir yargıç titizliği ararım gazetecide. Bilerek, isteyerek haksızlık olsun diye yazmadım. Gerçeklerin aydınlığa çıkmasını, haksızlıkların sergilenip düzeltilmesini istedim. Çok kimseyi kızdırıp, düşman ettim. Ne yapayım, ezileni savunurken ezen düşman kesiliyorsa...
Ölüme giden insanın olayını nasıl yazarsınız? Söylemesi kolaydır, daktiloya kağıdı takıp harflere basması da belki. İçlerinde bunu yaşayanlar, ölüme gidenle ölüme gidenler, öldürülenle ölenler için kolay değildir bu.
Müsvettesiz yazdığımı bilenler, çok kolay yazdığımı sanırlar. Bense aksini düşünürüm. Çocuk doğurmak nasılsa o da öyle.
İlk tekzibi az kaldı, anamdan yiyordum. Konya’da Öğüt gazetesinde bir söyleşi yazısında anamın beni nasıl doğurduğunu, ne zorluklarla baktığını anlatmıştım. Komşuları, arkadaşları söylemişler:
- Hiç uğraşma, bu hıra çocuk yaşamaz. Üzme kendini.
Ya evde bırakıp, ekin ot biçmeye giderlermiş, ya da yanlarında götürüp bir gölgeliğe yatırırlarmış. Evde bıraktıklarında, anam dönüşte telâşla yanıma gelir, bakarmış. Ölmemişim. Her yanım yaralar, bereler içinde, cılız, hıra kapkara bir çocuk...
Yüzüne bakıp gülermişim...
Yazıyı yazmaktan amacım, Anadolu kadınlarının ne zorluklar içinde yaşadıkları, çocuklarını büyüttükleri.
Eniştem, gazeteyi aldığı gibi anamın yanına varmış.
- Hala, Mustafa hangi ayda doğdu?
- Vallahi kuzum, kış ayları mıydı neydi, zemheride olacak.
- Bak, burada "yaz sıcağında doğmuşum" diye yazmış. Doğru mu bu?
- Yok, yazın değil kışın doğdu...
Muzip eniştem, "Tekzip edelim" demiş. Gazeteye gönderelim.
Anam, "Ben onun işlerine karışmam" demiş de kurtulmuşum tekzip edilmekten.
"Gün ola harman ola" 12 Mart sonrasında ara dönemde çıkan yazılar arasından seçilip derlendi.
Yazıların çoğu, Yeniortam'da, sonlara doğru olanları da Cumhuriyette çıkanlar.
Olayları dün gibi, bugün de yaşıyoruz. Değişen pek birşey yok. Yapılmış uyarıların, doğru çıkmasıysa, övünecek değil daha çok kaygı duyulacak bir şey olmalı. Özgürlüklerimize, Anayasal haklarımıza dokunmamak kimse. Gün ola harman ola, bu özlemle yayınlandı.
4 Şubat 1976