Adem Yavuz'u Tanır Mıydınız?

TRT'ye girişini, oradaki çalışmalarını bilmiyorum ben. 1967'de sınav kazanıp TRT programcısı olarak çalışmaya başlamış. Güzel programlar yapmış televizyona. 1971'de askere gitmiş. Bursa Personel Okulu'nda yedeksubayın okul dönemini bitirdikten sonra Kadirli Askerlik Şubesi'nden terhis olmuş. Yıl, 1973. Ankara'ya gelip eski görevine dönmek istemiş. TRT'nin başında Musa Öğün Paşa var. MİT raporları geçerli. Almamışlar Âdem Yavuz'u.

"TRT'de çalışması güvenlik açısından sakıncalıdır" diye. Neden sa­kıncalı anlatmamışlar. İşte bugünlerden sonra çok çok iyi tanıyorum Âdem Yavuz'u. TRT'nin verdiği karşılığı getirmişti bir gün:

-    Sana bir belge getireceğim bak. Adamlar hâlâ ne kafada anla...

-    Olur Âdem. Getir de mesele yapalım...

Öğrendiğime göre, daha Âdem Yavuz askerliğini bitirip terhis olma­dan yazı gelmiş TRT'ye. Şöyle:

"Sizde Âdem Yavuz çalışmış. Şimdi askerliğini yapıyor. Terhisten sonra yine TRT'ye girmek istiyormuş. Aman haaaa, sakın almayın..."

Nerden gelmiş yazı, bilmiyorum yerini iyice.

TRT'deki görevine alınmayan Âdem Yavuz, Danıştay'a başvurdu. Arkadaşları, uyardılar:

-    Âdem, Danıştay'a başvur da, yürütmeyi durdurma isteme, iptâl is­te. Malûm ya, Danıştay'ın da eli kolu bağlı. Hele biraz zaman geçsin...

-    Olur.

Âdem iptâl kararı istedi. Yıl 1973. Artık seçimlere geliyoruz. Âdem bir gün telefon etti:

-    Ben Sivas'tan adaylığımı koyuyorum, CHP'den. Yarın Sivas'a gidi­yorum.

-    Yahu dur, ne adaylığı? Kazanamazsın. Kolay mı o kadar kurdun arasında adaylık kazanmak?

-    Vallahi kafama koydum, gidiyorum. Hadi eyvallah...

Bir "Ankara Notları"nda yazdım, Sivas'a varınca ilçelerden birinde Âdem Yavuz'a sorar köylüler:

-    Kardeşim, yalan söylemesini, iyi yalan söylemesini bilir misin?

-    Hayır?

-    Çuvalla paran var mı?

-    Yok...

-    Yazık olmuş sana be aslanım. Hem yalan söylemesini bilmiyor­sun, hem paran yok. Ne işin var senin politikada?

Âdem, "Benim bütün desteğim sizlersiniz, sizlere güveniyorum." fi­lân der. Ama, köylülerin dediklerini de yabana atmaz hani.

Kazanamayacağını bile bile uğraştı durdu Sivas ilerinde. Sivas'dan arada bir haber yolladı. Ankara'ya geldiğinde uğradı Yeniortam Bürosu'na.

TRT iş vermeyince, "ANKA" Ajansı'nda bir iş buldu. ANKA Ajansı daha küçük, eti ne budu ne? Fakat Âdem'i koruyup iş vermesi bile az şey değildi. Âdem'e iş vermeyen TRT, onun vaktiyle yaptığı programla­rını yayınlıyordu. Özellikle Âşık Veysel'le olan programlarını. Âşık Vey­sel'le hemşeriydiler baba-oğul gibiydiler. TRT'de Musa Öğün'den sonra gelen İsmail Cem ekibi de almadı işe Âdem Yavuz'u. Şimdi ölümünü nasıl geniş geniş veriyorlar. "Biz bu arkadaşı, solcudur diye işe alma­dık" deseler ya, demezler.

Geceleri ANKA Ajansı'nı telefonla aradığımda, telefona çok kez Âdem Yavuz çıkardı.

-    Bu gece de nöbetçi sen misin Âdem?

-    Öyle gibi abi, n'aparsın?

Meğer Âdem gece nöbetçisi değilmiş, gece kalacak yeri olmadığı için ajansta yatarmış. Ne bileyim...

Kısaca konuşur, telefonu kapardık.

Basın kartını geçen yıl almış daha. Altı buçuk yıllık gazeteci TRT'ci; basın kartını yani kimlik kartını bile alalı bir yıl olmamış. Bu kadarı bile basınımızın iç yüzünü ne güzel gösterir!.. Bekârdı. Çocuğu yoktu ya, ya olsaydı? Kaç yıllık sigortalı; güvencesi ne, kim bilebilir...

Anası Elif Yavuz, Sivas’ın Hafik ilçesinin Çınarlı köyünde yatalaktır. Bütün dileği, para durumlarını bir yoluna koyup anasını Ankara'ya aldır­mak. Arkadaşları caydırmaya çalışırlar Âdem'i:

- Yav, önce kendi karnını bir doyur bakalım...

Gazetecilik uğraşının bir tuhaf yanını gördüm. Kan tükürsen, "Kızıl­cık şerbeti içtim" diyeceksin. Kimse çakmıyacak, anlayacağın durumu­nu, iç yüzünü.

Ankara gazetecilerinden çoğu, akşam oldu mu, başta TRT’ciler, Sultan Otel'e giderler bir tek atarlar, konuşurlar kendi aralarında. Âdem Yavuz da orada eski arkadaşlarıyla birlik olmak istediğinden mi ne, ora­ya giderdi sanıyorum.

Günün olayları bütün yaşantısı olurdu kişinin. Başbakanlığın önün­de beklemek, olayları kovalamak, dönüp yazmak. Hepsi bu...

Aşkları da olur elbette. Parasız günleri, sıkıntıları... Dünya bu!..

Âdem Yavuz'u son iki Kıbrıs Harekâtı arasında, Başbakanlık salo­nunda bir basın toplantısından sonra gördüm. Ben Ulus'a, Rüzgârlı so­kağa gideceğim, O ANKA Ajansı'na Kızılay’a gidecek. İçimde onunla bi­raz olsun yürüme isteği var ki, "Hadi yürüyelim" dedim. "Sen uzağa gi­deceksin, benimki şuracıkta..." Öyle dedi. Doğru. Ayrıldık. İstanbul'a gi­dip dönmüştü, ücret durumunu biraz daha düzeltmiş olmalıydı sanıyorum. Ama, soramamıştım ki...

Biz konuştuktan sonra yeniden gitmiş Kıbrıs'a. İkinci Kıbrıs Harekâtı'nı da yaşamış. Her gazeteci gibi. İlginç olanı, arkadaşı Teoman Erel'e yazdığı bir mektupta şöyle demiş:

Kıbrıs'ta ekonomik ve sosyal yönden müthiş bir durgunluk var. Önümüzdeki belli. Buna hazırlık olarak hiçbir tedbir alınmıyor. Bu konu­yu hiç kimse ele almayı düşünmüyor, kimse de üzerinde durmuyor. Ge­lince bu konuyu işleriz..."

Bu yetkililere, sorumlulara Âdem Yavuz'un son sözleri gibidir. Kıb­rıs'ta kışı düşünüyor musunuz? Bu sorunu kış gelmeden çözün yani...

Haşan Tahsin'den sonraki şehidimiz Âdem Yavuz.

Gazetelerde, Rumların elinde esirken Rum hemşirelerin, yüzüne si­gara dumanı üflediklerini, hastane önünde vurulduğu halde, üç gün ay­nı hastanede ameliyat edilmeyip bekletildiğini okudum. Kendi kendine "Tanrım, neden benim canımı almadın da bunların eline bıraktın" diye inliyormuş. Rum faşizmini, birçok Türk gazetecisi gözleriyle gördü ve yaşadı. Âdem Yavuz, canını vererek saptadı bunu. Ekleyecek söz var mı?..

(28 Ağustos 1974)