Ankara'da Yenimahalle mezarlığına giden bir genç, mezarlık bekçisine şöyle dedi:
-Amca, ben köyden geldim, buraları bilmiyorum. Bir akrabamızın mezarını arıyorum. Yeri, Deniz Gezmiş'in mezarının yanındaymış. Deniz Gezmiş'in mezarını gösteriverirsen ben akrabamızın mezarını bulurum.
-Gel benle, dedi mezarlık bekçisi, işte şu üç mezar Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın...
-Sağol amca, ben bulurum gayri...
Çocuk doğrudan Deniz Gezmiş'in mezarını sormaya korkmuştu, göstermezler diye.
Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay'ın Ankara'dan götürdüğü üç avuç toprağı, Moskova'da Nâzım Hikmet'in mezarına koymasına, nasıl da kıyameti kopardılardı cephe uydusu gazeteler, Dalokay'a değil aslında, CHP'ye saldırıyorlardı. CHP, yapılacak ilk seçimde bir başına iktidara gelecekti, bunu biliyorlardı, onun bu şansını ne kadar zayıflatırlarsa, onu ne kadar iktidardan uzaklaştırırlarsa dümenlerinin süreceğini biliyorlar, ondan saldırıyorlardı. Kimi Dalokay a mezarcı , dedi, kimi "vatan haini" o da Nâzım gibi Moskova'ya gitmeliydi. Tüm gerici gazeteler Cumhuriyet'in Ankara bürosuna gelir, gözden geçiririz. Dalokay da görüp okumuş bazılarını. Şöyle dedi:
-Azizim, neler yazıyorlar? Okudukça kahkadan kırılıyorum.
Dalokay'a ise mektuplar yağmaktaydı. Almanya'dan, Berlin'den gelen bir mektupta şöyle deniyordu:
Biz burada iki çöpçüyüz. Sizin yanınızda biz varız. Biz yalnız değiliz, milyonlarız, yüz milyonlarız. Bundan dolayı faşizme karşı olan bir kimse, dünyanın en büyük kaba kuvvetinden daha güçlüdür. Faşizm paraya dayandığı için, paraları ile birlikte onlarda tükeneceklerdir.
Dışarı gidip gelenler, bir alışkanlıkla söylerler:
-Ben Paris'teyken... diye.
Şimdilerde de galiba. Moskova'da modasını Dalokay getirdi. İki lâfının biri o:
-Ben Moskova'dayken...
Dalokay Moskova'dayken, Moskova Belediyesiyle çeşitli anlaşmalara da varmış. Çoktan biliyordum, bunların arasında Ankara ve Moskova'da birer "hafta" yapılması da var. Moskova'da "Ankara Caddesi", Ankara'da "Moskova Caddesi" konacak birer caddenin adına. Bir ara bunu yazmak istedim. Yine ortalığı karıştırmayayım, cephecilerin eline koz vermiyeyim diye düşündüm belki, çektim kalemin ucunu kâğıttan.
Dalokay Ankara'ya "Moskova Caddesi"ni açarsa, faşistlerin "Moskova'ya, Moskova'ya" bağırtıları üstüne ilericilerden bazıları da bu kocaman caddeye doluşurlar ne bileyim...
Ankara'da ne ülkeler için caddeler, sokaklar, alanlar var: Tahran Caddesi, Cinnah Caddesi, Tahran yetmemiş bir de Rıza Şah Pehlevi Caddesi, Paris Caddesi, Şili Meydanı..
Şili Meydanı adı Ailende zamanında mı konuldu?
Cepheciler, faşistler, sosyalist ülkelerle alışveriş yapılmasından ancak, dostluk kurutmamasından yana gözükürler. Sovyetler, Türkiye'ye enerji mi verecek? Devletten devlete değil de ille Türkiye'de bir temsilci olacak, enerji ondan pazarlık edilip alınacak. Temsilci de, eski bir AP'li Bakanın oğlu, iyi mi? O da "Komünistler Moskova'ya" diye bağıranlardan, arkadaşım şöyle dedi:
-Dalokay, daha sıkıyönetim döneminde Kurtuluşta Gürsel Alanımdaki "Komünistler görüldüğü yerde ezilmeli" levhasını kaldırırken bir yerde Atatürk'ün "dünyada barış" ilkesine de uygun davranmış oluyordu.
Cepheciler, oy kaygısıyla Amerika'nın her dediğine "ha" deyip, onun dümen suyunda gitmeyi kâr sayarlar. Yılların koşullandırmalarından yarar umarlar. Dalokay'ın tutum ve işlemlerinden, ona yapılan hücumlardan bir ara CHP'liler bile korktu. Onu bir kenara çekerek "zılgıt" geçmek istediler. Dalokay'sa içten girişimleriyle Türkiye'de pek çok yasağı, "tabu"yu yıkmaktaydı.
İran Şahı, Ankara'ya geldiğinde, Esenboğa'da Şah'ı bekliyenler arasında bulunan CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'in yüreği ağzına gelmişti. Herkes gelmiş, Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay, hâlâ gözükmemişti. Dalokay, uzaktan uzaktan göründüğünde, Ecevit derin bir soluk aldı. Sanki Şah değil, Dalokay'dı beklenen protokol hazretleri,
İnsani düşüncelerini gerçekleştirmekten alıkoyuyordu. Bunları konuşurken bir arkadaş sözü Franko'ya getirdi şöyle dedi:
-Franko ölürse, cenaze töreninde kim bulunur acaba?
-Herhalde Dalokay bulunmaz...
Ama görev verilirse gitme zorunda, protokol bu...
1960 öncesinde gazetecilik yapanlar, o dönemde "sosis" bile demekten korkulduğunu iyi bilirler. Sosis deyince, akla "sosyalizm" mi gelir acaba, diye. 1961 Anayasası kafalardaki pencereleri aralamıştır. Nâzım Hikmet'in şiiri ilk "Yön" dergisinde yayımlandığında çok kimsenin boğazı kurumuştu. Fakat yılların koşullandırdığı kafalara, sosyalizmi umacı göstermede yarış etmekteydiler. Bu dönem aşıldı artık. Sosyalizmi, komünizmi sömürerek oy toplamak bile zorlaştı. Baksanıza Süleyman Bey'e, suratı ne kadar asık...
Feyzioğlu'nun "ne duruyoruz, birleşelim" önerisini bile görmezden geliyor, elinin tersiyle itiyor öneriyi. Ne düşünüyor Süleyman bey?..
-CGP, seçimlerde bir varlık olmadığını gösterdi. CGP'nin tüm desteğine karşın aldığımız sonuç ortada. Birleşsek ne olacak, bir de Feyzioğlu'nu başıma saracağım. Yok, yok böylesi daha iyi...
Bilinçlenen yığınlar, yasakları, "tabu"ları çatırdatıyorlar günden güne...
(14 Kasım 1975)