Biri, herhalde 62'sini bitirip cezaevlerinde 63'üne basmış bir aydın kadın. Öbürü, cezaevlerinde kitabı ödül kazanan bir gazetecilik pîri. Ben, insanları kendim gördüğüm kadar, yakınlarına sorarak da öğrenmeye çalışırım. Bu sabah çayımı içerken evde, Behice Boran'ın düğün hediyesi olarak, eşi Nevzat Bey'le birlikte getirdiği vazoyu seyrettim. Vazonun kapağını Eylem düşürüp kırmış. Bize geldikçe takılırdı Eylem'e:
-Kız, seni ihbar edeceğim. Senin yüzünden başımıza gelenler...
Behice Boran'ı da, Çetin Altan'ı da çok eskilerden tanırım. Behice Boran, mecliste kürsüde konuşurken, konuşmasını yazılı yapmadığı zamanlar, çok başarılı olurdu. Konuşurken, kâğıda bakmaz yani irticalen konuşursa, düşüncelerini yansıtabildiğim, kâğıda baktığında ise, düşüncelerinin, zihin melekelerinin daha hızlı çalışması yüzünden bocaladığını söylerdi. Yazmadan çok konuşmayı severdi ya, yazıları da sanki birer "edebî" örnekti.
-Çetin Altan'ı nasıl bulursunuz?
-O, yazmayı çok seviyor. Kelimelerle kedi yavrularıyla oynar gibi oynamasını biliyor ve hoşlanıyor.
Behice Hanım, 63'ünde ya, cezaevinden çıktıktan sonra 78'inde olacak. Türkiye’de ilk kadın parti başkanı diye en çok satan gazeteler bile "mülâkatlar" yapmışlardı. Fakat, parlamento konuşmalarını gazeteciler- ne yapsak da görmezden gelsek gibilerden- kısa tutarlar ya da hiç vermezlerdi. Bazı milletvekilleri yaparlar hani, "benim şu konuşmam var" diye, o bunu da yapmadı. Tutukevlerine girip, mahkemelerde yargılandığında da fazla yer vermediler gazeteler savunmalarına. Adaletle filân pek ilgisi yok daha bizde gazeteciliğin. Çetin Altan cezaevinde "ödül" aldığı gibi, Behice Hanım'ın da, içerde, dışarda değerinin gitgide anlaşılacağını göreceğiz sanırım. Türkiye'de demokrasi ve sosyalizm kavramları tartışıldıkça anılacak.
Ne geliyor aklıma biliyor musunuz? Hani adaleti simgeleyen gözleri bağlı bir kadın vardır, elinde terazisi ile. Onu görünce ellerine kelepçe
takıp Behice Hanım'ı düşünüyorum. Gözler bağlı, eller kelepçeli... Nasıl?
Ben, bir çok tanıdıklarıma mektup yazamıyorum. Mektup yazamayan, herhalde sadece ben değilim. Senatör Fatma Hikmet İşmen, Behice Hanım'dan mektup almış. Bir çeşit "edebî örnek" sayarak aktarıyorum buraya:
Sevgili Hikmet Hanım,
Biliyor musunuz, hapishaneden mektup yazmak çok zor iş. Alışılmış deyimiyle 'yazılacak havadis yok'. Gerçi kalemi elime alınca, eninde sonunda iki sayfa oluyor, ama başlangıçta az önce yanımdaki genç arkadaşın gözlediği gibi, 'kara kara’ düşünüyorum ne yazayım diye.
Ne diyeyim? Sizin balkonda yine beraber oturmak konusunu rafa kaldırmak gerekiyor artık. Böyle diyorum ya, içim yine de pek inanmıyor buna. İnanmamak için hiç sebep yok aslında. Ama hislerin mantığı, aklın mantığından başka anlaşılan. İnsan kötü şeylere inanmak istemiyor, hep bir umut ışığı kalıyor, küçücük de olsa. Bu mantıkî, objektif gerçeklere dayanan bir his değil. Öyle işte. Onun için 'hislerin mantığı' diyorum buna. Belki bilinçaltı psikolojik bir savunma mekanizması. Aklımla düşündüğüm zaman da Türkiye'nin geleceğinden umutlu, iyimserim hep, o başka. Demek istediğim his yönü buna bağlı değil.
... Benim sivil cezaevine naklim daha gecikecek anlaşılan. Dosya daha Askerî Yargıtay'daymış. Bu naklin nereye olacağı konusunda şimdiden müracaat edilse de diyorum, bir cezaevinden ötekine dolaşmasam. Nereye, ne zaman gideceğimi bilmeden böyle beklemek de hoş değil. Bir an önce gidip yerleşsem diyorum. Tek başıma gönderilip yeni yere alışmak biraz güç olur ama, nasıl olsa olacak bu, bir an önce olsun. Oraya da alışırım elbet...
Başta ne yazayım diyordum ya... Bir başlayınca kalem yürüyor, durmak bilmezcesine. Şimdi daha sayfalar doldurabilirim. Ama bu bir mahpusun mektubu. Çok da uzun olmamalı.
Özür dilerim, mektup biraz kirli oldu. Düşünceler elimden daha hızlı işliyor, imla yanlışları yapıyorum o yüzden. Siz bana yazabildiğiniz kadar uzun yazın olmaz mı? Sevgiyle gözlerinizden öperim. Benim yazmadıklarımı da siz hayal edin.
Behice Boran
28 Mayıs 1973