Kaligula...

Kabinede kaç komando eğilimli üye var, diye sordum. Eylemlerini görmeden adlarını yazmak, açıklamak istemiyorum. Herhalde onlar, za­man içinde belli edecekler yerlerini, o zaman yazarım. Kimler Mason­muş, kim kimin damadının eski iş arkadaşıymış, bunların üstünde de durduğum yok.

O kadar karamsar da değilim hani, çok kimseye göre, bunun olum­lu yanları bile var.

-   Partilere dayalı hükümetler kurmak, onların görevi değil mi? Birleşip niye hükümet kurmadılar da, CGP'ye bıraktılar? Bütün kabineyi veri­niz dolduracak üyesi yok. Bunalımlar da hep böylelerine yarıyor ha, bekliyorlar kuyrukta sanki.

Bir de cuntacılardan hoşlanmıyorum. Tembel yapılı oluyorlar ayrıca. Silâhları da var. İlk sözleri o:

-    Davranma...

Ben hoşlanmıyorum, dedim ya.

Masonlar biribirlerini tutarlarmış. Devlet, hükümet basamaklarında uzun yıllar sözleri ondan dolayı sürekli geçmiş. Şimdi öyle mi yine bil­mem, örneğin Devlet Su İşleri'nin başında ünlü bir Mason varmış, son­radan gelenler de bu geleneğe uyacaklar. Süleyman Bey, küçücük bir memurken çıkış yolları önünde bunları da görmüş olmalı. Çok gezmez ne açıklamalar çıkar gazetelerde, okuruz.

Sadi Irmak Hükümeti'nin programını bekliyorum ben, eleştirmek için. Eylemlerini gözlüyorum. Çok kişi, kabinedeki bazı adları görünce duruyor şöyle bir, "tanımıyorum ki, ne diyeyim..." gibisine bekliyor. Tam geçiş dönemi işte, demokrasiye geçiş dönemi diyorum buna ben...

Mersin'de bir "adı adresi saklı" yurttaş, şöyle yazmış:

6 Kasım Çarşamba günkü yazınızı okudum. Biraz uyanır gibi ol­dum. Karamsarlığın, umutsuzluğun kara bulutlar gibi üstüme çöktüğü her akşamdan biri gene. Hani, "kendi vatanımızda vatansızlar gibi" de­mişler ya, o kadarla kalmıyor bizimkisi. Günün her saatinde "barış için­de birarada" yaşıyoruz, "ekmeğimize aşımıza göz koyanlarla." Ömrü­müzü sicim sicim burnumuzdan getirmeğe çalışıyorlar sözün kısası. Elli yıl yaşayacaksak bunun on yılını kaydırıveriyorlar, bizi acılarla boğuştura boğuştura. Ne yapmalı? "Özgürlük ortamının tam geldiği söylene­mez biliyorsunuz. Ben de diyorum ki "o" diyoruz, öküz dedin diye sırat köprüsünden geçirtiyorlar hâlâ kimileri. Beyaz güvercinlerimiz nerede ola ne yapmalı diye kafam çatlıyordu bir başıma. En sonunda karar ver­dim, size yazıyorum işte. Başım doktor, bu başıma bir çare...

Nerden mi yazıyorum? Hani şu Akdeniz'in ortasında inci gibi bir çi­çek var ya, oradan işte. Gerçekten bir ışık, deniz ve yeşillik cennetidir Mersin. Çok kısa bir süre önce bu kıyılardan yavru vatana "barış için savaşmaya" çıkmıştı Anadolu'nun yiğit çocukları. Özgürlük adına de­mokrasi ve kardeşlik adına gitmiştik oralara. Ölen ölmüş kalan sağlar bizim olmuştu gene. Neyse burnumuzun dibindeki kan ve ateş günleri­ni geride bıraktık, günlük yaşantımıza döndük. Tabiî bu arada "özgürlük ve demokrasi" savaşımızı da Kıbrıs'ta unuttuk anlaşılan.

Onbeş gün kadar önce de Sayın Lâle Oraloğlu Hanfendi gelmişti Mersin'imize. "Yengenin Fili"ni oynadı yağlanmış yengelere kaç zaman­dır. İşte bu "Yengenin Fili"nin oynandığı halkevi salonunun kapıları geç­tiğimiz pazar günü saat 10'da DİSK'e bağlı Hür Cam-İş Sendikası'nın daha önceden izin alınmış sohbet toplantısına kapatıldı. Gelenler incel­tilmiş vatandaş değil, halktır çünkü. İşçilerdir... Daha dün, kaymakam durdurmadı mı oyunu iki dudağını kıpırdatarak? içişleri Bakanlığı genel­ge yayınlamışmış, 26.6.1973'te. Tiyatrolardan oyundan önce yazılı me­tin istemek anayasaya aykırıdır, diye. Valiye şehir içi yıldırım telgraflar çekilip, duruma el koyması istendi. Ne garip ki, ülkemizde yasalara uy­mayanlar değil, yasalara uyulması gerektiğini hatırlatanlar sanık san­dalyesine oturtuluyor hep. Sayın emniyet müdürü -söylenir ki MSP-DP sentezli- kulağına hoş gelmeyen sözlerin oyundan çıkarılmasını mı is­temişmiş? Ama o sözcükler de biz yerimizden oynamayız mı dediler. Sabah ola hayrola, uyuyanlar uyana, savacılık soruşturmaya dayana. Oyunda bir yer var: Adamın biri oğlunun adını "düzen" koyar. Herşey keyifle, iki dudak arasından çıkan lâfla olmuyor mu? Bu da böyle iste­miş kime ne? Adamın oğlu bu, ne derse der. Savcı Bey soruyor:

- Düzene ulan denir mi, ulan.

İşte böyle hali pür melâlimiz emekçi arkadaş...

Okurlar yazarlardan hiç de geri değillerdir, bunu söyler dururum. Yanlış mı?

Ümit Kaftancıoğlu'nun "Tüfeklileri"ni okuyorum. Kaftancıoğlu Tüfekliler'de düşünü ne kadar geniş tutuyor. Bazı politikacıları "Kaligula ya benzetiyor. Şöyle diyor bir yerinde özetle:

Çok iyi bilinir ki, beli bir iş yapamayan, beceriden yoksun kimse­ler ters iş çevirirler. Kaligula tarihin yazdığı biridir. Atını senatoya üye yapmıştır. Bitkiler de bir örnektir. Hiç bir işe yaramayan otlar vardır, yi­yeni öldürür. Yılan, akrep örneği de ortada. Akrep neye yarıyor? Ayağı­nızı dokundurduğunuz zaman sokup zehirliyor..."

Sanatçı, romancı toplumun sorunlarını, olaylarını gündemine aldı son yıllarda. Bir gazete röportajı okur gibi okuyorsunuz.

Yeni bakan adaylarını, tanımadıklarımızı tanımaya uğraşıyoruz. Okurlardan biri telefon açıp birini tanıttı, şöyle:

- Amaaan o mu? Balkona pijamasıyla, çıplak ayağıyla çıkar. Ayakla­rını balkon demirine uzatır. Karşı pencereleri gözetler gizli gizli. Eline de bir gazete alır, okumaz.

Dönemler nasıl değişiyor farkında mısınız?

(19 Kasım 1974)