Zulmün Artsın...

Anadolu'da halk söyler bu sözü. Beddua edeceği zaman, "zulmün artsın..." der. Zulmün artsın ki, adaletin kalmasın, gittikçe sevimsizleş ve öldüğünde mezarını ziyarete gelen olmasın. Cenazeni kaldıracak kimse çıkmasın. Toplumda sevimsizliğinden dolayı yapayalnız kal öylece. Bu demek, zulmün artsın.

Bir de çok içerlediler mi birine, "dizinden kurşunlamalı onu derler. Adam ölmez, dizinden kurşunlanınca ya, sürünür ölene dek. Aslında şair sözü olmalı bunlar. Şiirlere güzel mısra olur, bizim gibi yazanlara göre değil.

Anam, bizler okudukça yuvadan birer ikişer uçacağımızı anlamış olmalıydı. Ufacık ilçeden ayrılmamamız için hiç değilse bir-ikimizin baba ocağını tüttürmemiz için nasıl yalvarırdı:

-Herkes âlim olmaz. Kimi âlim, kimi zalim olur... derdi. Yani bizler de, hep okuyup da ne yapacaktık, oturup başka bir iş görmeliydik.

Olmadı anamızın dedikleri. Babamın dedikleri oldu. Anadolu da okuyan kurtarır kendini. Bir baltaya sap olmuşsa, hele efendi olmuşsa, değme ananın, babanın keyfine o vakit. Amma, çoğu öyle kaymakam, yargıç filân olamaz. Gitse gitse astsubay okuluna -parasız yatılısı varsa-öğretmen okullarına gidebilir.

Anam okuma-yazma bilmezdi ya, değme ozanlar onun söylediklerini kolay söyleyemezlerdi anlaşılan. Nerdeyse punduna getirir, manilerle konuşurdu. Öğütleri de öyleydi:             

-Atlı sığmış, itli sığmış dünyaya sen mi sığamıyorsun hay oğlum?

Ankara'yı, İstanbul’u görmedi anam. Konya'yı bile ölümünden önce

hasta haliyle, otel odasından seyretmişti bir iki gün. Dünyası da bu... Çok analar böyledir, daha.

Nerden nereye? Ben zulümden söz edecektim. Zulümden, yani yeni adıyla kıyımdan. Nerelerde, nasıl kimlere zulmediliyor biliyor musunuz?

Gün geçmez ki, telefonlar yağar:

-Abi, biz yine işsiz kaldık. Sendikadan çıkardılar bizi.

-Neden?

-Telefonda anlatamam, geleyim de anlatayım. Galiba hakkımızda ihbar yapılmış, "şunları, şunları niye çalıştırıyorsunuz? diye. İki arkadaş, yine işsiz kaldık...

Hay Allah... Zaten, öğretmenlik yaparken işlerine son verilmiş, Bakanlık Danıştay kararını uygulamamış. Açıkta kalınca da "acaba biz bu öğretmenlikten başka bir iş yapamaz mıyız ki?" diyerekten, piyasaya çıkıp iş aramışlardı. Başlarına gelenleri, oturup haber yaptık. Bir sendika başvurdu, "bize gelsin bu öğretmenler" diye. Gittiler, güzel güzel çalışıyorlardı.

Demek, iyi saatte olsunlar arkasını bırakmamış çocukların. Süründürecekler ki, ölmemecesine...

Evde çoluk çocukları ne yapar, ne yer ne içer? Bunu düşünen mi var. Kıy ha... Kıy ki zulmün arta...

Kızılay'da yolda gördüm birini. Gözleri ak ak olmuştu, çaresizlikten. Öğretmenlikten atıyorlar, Danıştay kararını uygulamıyorlar. Sonra, özel mi bir yerde, bir sendikada iş bulup çalışmaya başlıyor. Bırakmıyorlar yakasını. Gelip orada da buluyorlar. "Atın bunu işten diyorlar." Gizli eller yapıyor bunu. Gizli gizli. Karanlığın gözü gibi...

Yurt dışında çeşitli görevler vardır. Buralara, gerektiğinde atamalar yapılır. Çoğu bunların Turizm Bakanlığı'nın tanıtma bölümündedir. Bir gün Bakanlığın ilgili dairesine bir genç gelir. Londra'da tanıtma işlerinin görüldüğü dairede "odacılık" görevini istemektedir genç.

-Öğreniminiz?

-Üniversite mezunuyum...

-Üniversite mezunu odacı olur mu canım? Olmaz öyle şey...

-Efendim, ben razıyım size ne? Orada doktora yapacağım da. Siz tayin edin beni.

Odacılık amma, ayda 2000 liradan aşağı değil. Bir çeşit burs olacak genç için. Doktorasını yapacak bu odacı kadrosunda, sonra Türkiye’ye gelip büyük adam olacak iyi mi?

Sonra bu Londra'daki odacılık kadrosunu isteyen genç, oraya atanmış mıdır, herhalde atanmıştır. Çünkü, zamanın başbakanlarından birinin memleketlisidir, torpille gelmiştir yani.

Londra'daki odacılık görevine atanmıyan üniversite mezunu delikanlı, soluğu zamanın başbakanında alır, anlatır durumu. Galiba sonunda gider Londra'ya. Arkasından kendisine torpil olan başbakan da gider, o da başka...

12 Mayıs 1973