1963 yılında TİP, emeklemekte olan bir çocuk kadar küçük bir sosyalist partiydi. Fakat her yerden faşizan saldırılara, baskılara uğradı. Partinin Şişli ilçesi o yıllarda, Gültepe gecekondu mahallesinde bir toplantı düzenlemiş, toplantı yapılırken daha faşizan güçlerce basılmış, taş, sopa yağmuruna tutulmuştu. TİP toplantısını basanlar arasında iki tane de askerî tıbbiye öğrencisi vardı. Bunlar, sonradan ortaya çıkarılıp okul yönetimince bir hafta okuldan uzaklaştırma cezası alacaklardı.
Günlerden bir gün, İstanbul Şehir Tiyatrosu'nca oynanan "Sezua'nın İyi İnsanı" adlı oyun, baskına uğramıştı. Baskını yapanların arasında askerî tıbbiye öğrencisinin de olduğu hemen ortaya çıktı. Bundan dolayı da cezalandırılmış mıydı bilmiyorum...
Aradan yıllar geçti. Ankara'da askerî tutukevinde bir doktor yüzbaşı, sanıklara bir doktora yakışır biçimde davranmadığı gerekçesiyle, sanık yakınlarınca "Tabib Odaları"na şikayet ediliyor. Tabib Odaları bu doktor yüzbaşıyı "hekimlik yemini"ne sadık kalmadığı için Onur Kurulu'na sevkediyordu. Bu doktor yüzbaşı, gazetelerde çıkan haberlerle iyi tanınıyordu. Adı: Metin Denli'ydi. Doktor hakkındaki iddialar gerçekten ağırdı. Bunlar, şöyle sıralanabilir:
Askerî mahkemelerce idama mahkûm edilmiş olanlara. "Nasıl olsa öleceksiniz diye hiç bakmamıştı. Bir takım operasyonları, uyuşturucu kullanmadan yapmış. Örneğin Olca Altınay adındaki sanığın parmağındaki apseyi uyuşturmadan açmış, bu sırada acıdan sanık bayılmıştı. İşkenceler sırasında parmakları kırılan bir kızın hastaneye şevkini yapmadığı gibi, "iki el arasında bir fark görmediğini" raporunda belirtmişti. Göğüs kanserinden Kanser Hastanesi'nde tedavi gören bir hastayı kontrol tedavisine göndermemişti. Kadın ise, tutukevine gelene kadar beş yıldan beri tedavi görmekteydi. Ülserli hastalara özellikle aspirin vererek - aspirin kanama yapmaktaydı bu hastalarda- kanamaya yol açıyordu. İşkenceden tabanı patlamış bir tutukluyu, "Senin ayağını ayakkabı vurmuş" diyerek, tututevine geri gönderiyordu. Hastane raporu ile diyete girmesi gereken hastalara diyet uygulatmıyordu.
Hipokrat andı yahut, hekimlik andı" denilen ve doktorların okuldan çıkarken, içtikleri ant ise şöyledir:
"Irk, milliyet, cins ve renk gözetmeksizin hastalarıma bakacağıma namusum üzerine yemin ederim."
★
Geçen bir dönemin, toplumda, insanlarımızda bıraktığı izler kolay kolay silinemeyeceğe benzemektedir.
Diyarbakır'da bir askerî mahkemede karar günüdür. Mahkemenin daha önce öğretmenler hakkında verdiği karar, Askerî Yargıtay'da bozulmuş, yeniden mahkemeye gelmiştir. Olayı Yeniortam okuyucuları anımsayacaklar. Sanıklardan biri, Ankara'da, Kızılay'da dolaşırken kendileri hakkında mahkûmiyet kararı veren ve sonra, Ankara’da bir göreve atanan yargıcı görür. Yargıç aşağı yukarı şöyle der:
-Aman, bizim verdiğimiz kararı temyiz edin. Askerî Yargıtay, kararı kesinkes bozacaktır...
Zaten temyiz edilmiştir karar. Fakat öğretmenin içinde bir şeyler yıkılır. "Öyleydi de, neden bizi mahkûm ettiniz?" der mi, demez mi bilmiyorum şimdi. Fakat o sıralar, "Ankara Notları”na yazmıştım bu olayı.
Askerî Yargıtay kararı bozduktan sonra, yeniden duruşma başlar. Bu kez, yeni yargıç sanıklardan birine sorar:
-Mustafa Ekmekçi'ye o haberi sen mi verdin?
-Evet...
Bunu öğrendiğimde sordum, kendisine:
-Hocam, neden öyle dediniz? Basın Ahlâk Yasası bizim, bize verilen haberlerin kaynağını açıklamamızı yasaklar. Siz neden açıkladınız, durduk yerde başınıza da dert açabilirdiniz?
-Yargıcın gerçekten bilebileceğini düşündüm. Mektubumun fotokopisi alınmış olabilirdi. Hem olmuş bir şeyi açıklamaktan çekinmedim...
Böylesine dürüsttü, yıllarca inletilen öğretmen...
Yargılamalar, sorgular, tutukevinden yargılamaya nasıl götürüldüğü insanların, bunlar üstüne bir gazeteci olarak izlenimlerim, duyduklarım vardı. Bir gün askerî savcıya ifade vermeye gitmiştim. Koridorda savcının gelmesini bekliyorum. Soruşturma konusu Nihat Erim'in başvurması üzerine olacak, "işkence"yle ilgili. Kafamda savcıya ne diyeceğimi sıralıyorum. Dönem, Talû dönemi. Üst kata çıktım. Orada -hangi duruşma olduğunu bilmiyorum- gencecik çocukların duruşmaları sürüyor. Bir er yaklaştı yanıma, "Burada duramazsın" dedi, daha ötede beklememi söyledi. Elinde cop mu vardı, kalmamış aklımda. Fakat, tutukluları götürüp getirenlerden biri olduğunu anladım. Bulunduğum yerin alt katının - bazı tutukluları yola getirmek için zaman zaman kullanıldığını- çok sonraları duydum arkadaşlarımdan.
İşkence görmüş insanı karşısına alıp, yargılayabiliyorsa o yargı yaralanır. Mahkemelerin kovuşturmaları gerekirdi iddiaları. Öyle sanıyorum ki, mahkemelere hakaret suçlarının işlenmesinde, sanıklara yapılan insanlık dışı işkencelerin büyük payı oldu. İşkenceden duruşmaya -hem de nasıl?- getirilen sanık, belki de kendini tutamadı..
★
"Yansıma" dergisi, Ocak ayında açtığı "faşizme karşı muhalefet" konusundaki soruşturmasını, Şubat sayısında da sürdürüyor. Dergi, soruları bana da yolladı. Yanıtlayacak zaman bulamadım. İlginç yanıtlar var. Ocak sayısını da bulup okumalı herkes. Yeniortam'ın geçen güç dönemde yerdiği savaşı unutmamış, değerlendirmiş soruşturmaya katı- lanlar. Öbür ilerici gazeteleri de. Necati Yıldırım, "Yeniortam, Cumhuriyet, Yenigün gazeteleri de kendi alanlarında yüklendikleri sorumluluğu, başarıyı sürdürdüler. Yeniortam'da Mustafa Ekmekçi'nin 'Ankara Notları' ise yaşadığımız son birkaç yılın belgesi olacaktır" demiş. Şöyle devam ediyor Necati Yıldırım:
Geri kalmış ülkelerde, faşizme karşı halk muhalefetinin yaratılması için sanata, sanatçıya büyük görevler düşmektedir. Böyle konuşmakta bir önyargı aramak gerekir mi? Çünkü, ülkelerin faşist dönemlerinde sanatçılar baskı altına alınmak istenmiştir. Birinci sırada, Şili örneği önümüzde. Askerî yönetim Neruda'nın evini gözaltına almış, eşyalarını dağıtmış, kitaplarını yakmıştır. Sanatçılarımızın, yazarlarımızın, aydınlarımızın 'balyoz hareketi’ndeki durumları da unutulmamıştır sanıyorum.
Ülkemiz halkı, son yıllarda ekonomik yönden baskı altına alınırken, bir yandan da siyasal baskı altına alınmak istenmiştir. Ama egemen çevrelerin 'dikensiz gül bahçesi' hazırlama oyunları umdukları gibi çıkmadı. Seçimlerdeki kamuoyunun tutumu, ekonomik ve siyasal baskıya karşı -belirli bir ölçüde- halk muhalefeti sayılabilir. Ülkemiz halkının seçimlerdeki tavrını almasında sanatçıların, yazarların emekleri olmuştur. Birçok sorunların tartışılıp konuşulmasında, siyasal örgütlerin 'sosyal adalet' ilkesini -sözde de olsa- benimsemelerinde gözleri tehlikeye giren Çetin Altan'ların etkisi yok mudur?
Sanatçılar, yazarlar, eleştirmenler 'sen-ben' kavgasının bataklığına saplanmamalıdır bence. Neye yarar hem? Kişisel sürtüşmeler halkı ırgalar mı? Yazara düşen görev, toplumla bütünleşmek, ona değişebilecek bir dünyayı göstermek, değiştirebileceğine inandırmak olmalıdır. Sanatçılar, yazarlar olayları ele alınan sorunları 'dün-bugün-yarın' diliminde yorumlayarak yaşamın değişebileceğinin tohumunu ekmelidir hak tarlasına.
5 Şubat 1974